Dr. Öğr. Üyesi Recep Temel yazdı.
Çok değil, bundan 30-40 yıl öncesine kadar bir mahallemiz vardı. Bu mahalle bizim mikro ölçekteki sadakatimizdi aynı zamanda. Etnik kimliklerimizin farklılığına rağmen aynı mahallenin sakini olmak ihtilafsız, nizasız ortak paydamızdı. Kürt Ahmet, Laz Ayşe, Çerkez Ali ve Boşnak Emir aynı mahallede oturur, tabir-i caizse gül gibi geçinir; Türkiye’de, ay yıldızlı al bayrağın gölgesinde yaşamaktan gurur duyardık.
Mahallenin fizikî yapılanmasının merkezinde cami vardı. Evler dalga dalga caminin etrafında kümelenir ve her yol Roma’ya değil camiye çıkardı. Cami, vakit namazlarının eda edildiği bir mekândan ziyade ismiyle müsemma bir tarzda mahalle ahalisinin cem olduğu, halleştiği, dertleştiği; dünya-ukba dengesinin tesis edilmeye çalışıldığı mukaddes bir mekândı. Dinî kıymeti kadar, sosyolojik tesiri bakımından da cami, mahallenin en işlevsel kurumuydu. Öyle ki cemaatinden birisi, bir-kaç vakit camiye gel/e/memiş olsa, cemaat meraklanır, bir mesele varsa üzerine gidilir ve çözümü mümkün bir durumsa elbirliğiyle çözülür ya da çözebilecekler devreye sokulurdu.
Şehir dışına çıktığımızda hangi şehirli olduğumuz sualinin hemen arkasından hangi mahallede oturduğumuz sorulurdu. Zira şehrin her mahallesinin kendisine ait bir özelliği bulunurdu. Kimi mahalleler dar gelirlilerinin, kimisi tam aksine refah düzeyi yüksek insanlarının varlığıyla sıfatlandırılırdı. Birinciler “Gecekondu” ikinciler ise “Sosyete” mahallesi olarak anılırdı. Bilhassa sanayileşmenin kırdan kente göçü artırması, şehirlerin merkeze uzak, kenar bölgelerinde hızlı bir şekilde (kimi zaman bir gecede), dayanıksız malzemelerden, derme-çatma ve oldukça küçük, “Gecekondu” diye tabir edilen evlerden oluşan mahalleleri pıtırak misali oluşturmuştu. Bu mahalleler kırsaldan ayrılığın hüznü ile şehre intibakın zorluğunun bir arada yaşandığı muhitlerdi. Sanayi sosyolojisi bağlamında henüz kentleş/e/memiş, diğer bir tabirle kırsaldaki değerlerin tazeliğinin oluşturduğu ruh halinin tezahürü kabilinden bu mahallelerde bir evin cenazesi her evin cenazesi, bir evin düğünü her evin düğünüydü.
Döneminin siyasi şartlarına göre bölünmüş mahalleler de vardı. Şehrin bazı mahalleleri sağ, bazı mahalleleri sol görüşlülerin hâkimiyetiyle nam salmıştı. Yer yer aynı mahallede farklı fikriyata mensup kişilerin ikamet ettiği de olurdu. Buna rağmen taban tabana zıt görüşlere sahip olmanın keskinliği aynı mahallede oturmanın tabii hukuku neticesinde törpülenirdi.
Mahalleli olmanın kendine has bir hukuku olurdu. Bu hukuk kimi zaman bir imtiyaz kimi zaman bir mesuliyet şeklinde tezahür ederdi. Varsayalım ki, bir kamu kurumunda işiniz var ve orada mahallenizden birisi çalışıyor. Çalışanla birebir hukukunuz olmasa dahi aynı mahalleli olmak işinizi kolaylaştırıcı bir vesileye dönüşürdü. Yine mahallede meskûn birinin bir derdi olduğunda, tanış olmasanız bile mahalle müşterekliğiniz mağdurun yarasına merhem olmayı mecbur kılardı. Bu mecburiyet esası itibariyle dayatma değil gönüllü olarak eda edilen ve haz alınan bir tasarruftu.
Mahallede bir takım şahsiyetler ve meslek mensupları vardı ki, onlar adeta mahallenin olmazsa olmazıydılar. Başta mahallenin muhtarı olmak üzere mahallenin imamı, bakkalı, kasabı, berberi, ebesi, ayakkabı tamircisi, terzisi gibi meslek mensupları yaptıkları işten öte anlam taşırlardı. Bu kişiler, gerek birbirleriyle gerekse mahallenin diğer sakinleriyle olan ilişkileri münasebetiyle mahalleli olmanın hukukunu inşa ederlerdi. Mahallenin muhtarı bugün olduğu gibi sadece bir takım resmi evrakların temin edildiği kişi değil neredeyse her meselede akıl danışılan (özellikle resmi işlerde), mahallede zuhur eden uyuşmazlıkları ilk elden çözen; mahallenin dul, yetim ve düşkünlerine hamilik yapan bir bilge kişiydi. Bakkal sadece alış-veriş yapılan kişi olmaktan öte başı maddi anlamda darda olanın ilk elden para tedarik ettiği merciiydi. İmam ise her konuda icazet alınan konumunun yanı sıra, mahalle çocuklarının “eti senin kemiği benim” anlayışıyla kendisine emanet edildiği bir terbiyeci ve güven unsuruydu.
Yine her mahallenin nevi şahsına münhasır tipleri olurdu. Mahallenin delisi ve mahallenin kabadayısı bunların en meşhurlarıydı. Mahallenin delisine, çocukların yersiz davranışları olsa bile ileri yaştakilerin sahipliği bir tür sosyal rehabilitasyon işlevi görürdü. Mahalle kabadayısı ise zamanın tabiriyle eski kulağı kesiklerden sayılır, kendisine, korkuyla karışık bir saygı duyulurdu. O da bu saygının bir nevi karşılığı olarak mahallenin hukukunun gönüllü koruyuculuğunu üstlenir ve hatta bunu neredeyse bir vazife bilirdi.
“Mahallenin Namusu” ise başlı başına ele alınması gereken bir olguydu. Her mahalleli bu namusu korumakla mükellefti. Ahlâk dışı davranışlarıyla bilinen birileri elini kolunu sallayıp mahalleye giremez, orada ikamet etmeye kalkamazdı. Kalktığında ise mahallenin kabadayısı en önde olmak üzere mahalleli teyakkuza geçer, durumdan vazife çıkartarak, ilgilileri mahalle sınırlarından uzaklaştırmak suretiyle mahallenin namusunu korurlardı.
Bugün mahalle kavramı yine var ancak yukarıda sıralanan muhtevadan mahrum, sadece en küçük idari birim olarak. Mahallelilik diye bir sadakat sadece belli yaşın üzerinde olanların geçmişe dair sohbetlerinin bir parçası. Zira bugün mahalle muhtarının, resmi bir takım görevlerin haricinde sosyal rolü neredeyse ortadan kalkmış durumda. Kitle üretimi karşısında teslim bayrağını çeken bakkal, kasap, terzi vb. meslek erbabının esamisi dahi okunmuyor. Mahallenin kabadayısı gelişen suç teknolojisi ile birlikte örgütlü ve de nitelikli kanunsuzlukların faili mevkiinde. Mahcubiyetiyle beraber saygınlığını da yitirmiş olduğundan, mahallenin namusu ondan sorulmuyor gayrı. Delisi ise mahallelinin sosyal rehabilitasyonu yerine hastanelerin odalarında ömür tüketiyor.
Günümüzde kentsel dönüşüm projeleriyle daha modern ve hijyenik yapılar inşa ediliyor. Çevre düzenlemeleri ve rekreasyon alanlarıyla albenisi oldukça yüksek sitelerin çok katlı binalarında birbirinden habersiz yüzlerce insan ikamet ediyor. Teknoloji sayesinde dün hayal edilemeyen birçok yenilik, baş döndürücü hız sayesinde hayatımızın sıradanı hale geliyor. Ama dün ile mukayese edildiğinde sanki bir şeyler hep eksik kalıyormuş gibi… Ne olabilir ki?
Meşhur popçu Mustafa Sandal’ın bir dönem dillerden düşmeyen “Araba” isimli parçasının sözlerinde mi gizli acaba aradığımız? Her ne kadar Mustafa Sandal başka maksatla kaleme almış olsa bile meramımıza vurgu yapıyor ve şöyle diyor:
“Onun arabası var güzel mi güzel
Şoförü de var özel mi özel
Bastı mı gaza gider mi gider
Maalesef ruhu yok
Onun için hiç mi hiç şansı yok.”
Ne dersiniz dostlar, adım adım kaybettiğimiz, belki de kaybettirildiğimiz ruhumuz mu yoksa?
4 yorumlar