Adapazarı Sait Faik’in ölmediği şehir olarak yaşamalı.
Bunca insanı tanımış, sevmiş, aklına kazımış; hayat sevinci ile dolu bir adam, kimi zaman bedbaht, umutsuz, kin ve nefret içinde bir insan, yaşadığı günler arasında ne vakit bu hikâyeleri yazmış diyesim geliyor. Sanki o kadar çok yaşamış ki yazmaya vakit olmamış, Sait Faik de yanındaki gençlere söyleyerek hikâyelerini yazdırmış. Onu bir masa başında hayal edemiyorum. Eli kalem değil, kömür toz toprak dolu, ağzında büyük büyük lokmalar, bir yandan demleniyor bir yandan hayal kuruyor. Ormanları büyütüyor duman içinde.
Geniş kelime haznesi, tabiatın varlığından duyulan ince zevk. Şair ruhlu bir hikâyeci. Belki şiirleri Turgut Uyar’ın dediği gibi has ozan şiiri değil ancak hikâyeleri nesilden nesle aktarılan koca koca şairlerin şiirlerinden daha şiir. Ben onda her şeye rağmen dayanılmaz bir umut görüyorum. Hiç beklenmedik, en karamsar anlarında gelip Faik’in yakasına konuyor. Mesela şuna bakın:
‘’Yemeğimi yedikten sonra kırlara çıktım. Bir çayırlıkta futbol oynayan çocuklara hakemlik yaptım. Çocuklarla beraber koşuyor; penaltı münakaşalarında hiçbir tarafı tutmamak için kimsenin yüzüne bakmıyordum. Bazı çocuklar o kadar güzeldiler ki…’’
Ne denilebilir? Ağzım kapalı, ellerim tutmuyor, gözlerim doluyor usta. Keşke aynı anda yaşasaydık da çırağın olsaydım.
Bana öyle geliyor ki insanlar Sait Faik okumadıkları için intihar ediyor. Ondaki o direnç büyük bir deva. Eczanelerde bile satılabilir.
Bir kış vakti, Sakarya kenarındaki hiç tanımadığı bir köy evinin yanan ışıkları onu hayata bağlamaya yetiyordu. Oradaki insanların o eviçi huzurunu uzaktan yudumluyor, karın altında bu mutlulukla kendini ısıtıyordu.
Sarnıç kitabında Kim Kime adında bir hikâyesi var. Hiçbir dergide yayımlamamış, doğrudan kitaba alınmış. Orada, kocası uzak, yüksekte bir evde vefat etmiş bir kadınının cenazesini kaldırmak için verdiği uğraş ve insanların paracı, vurdumduymaz halini anlatıyor. Kadının çalmadık kapısı kalmıyor. Bu süreçte iskele memuruna gidip yardım istiyor:
‘’-Ben ne yapabilirim, dedi. Benim vazifem vapuru beklemek.
Kadın:
-Müslüman değil misin?’’ diye soruyor.
Sait Faik’in kadının ağzından verdiği cevap, İslam’ın ilmihal kitaplarında değil, gerçek yaşam şartlarında aranması lüzumunu, Müslümanlığın her şeyden önce, bu dünyada somut bir karşılığı olması gerektiğini hatırlatıyor. Çok ince bir dokunuşla neredeyse İslam nedir sorusunun cevabını bir çırpıda veriyor.
Sait Faik’in adı sadece yurtta değil uluslararası toplumda da yer bulmuş. Bu, arkadaşlarının kaldırımlarda arayıp bulduğu, kendi halindeki hikâyeci Atatürk’ten sonra Mark Twain Derneği’ne üye yapılmış ilk Türk. Kendi halinde ama hikâyeleri 50 sonrası modern Türk hikâyesine yön veren kurucu bir edebiyatçı. Dağınıklığı, öfkesi, kusurları ve büyük kalbiyle baştan aşağı insan. Sait Faik. Adapazarlı.
Adapazarlı olmasına rağmen bu şehirde doğup büyüdüğüne dair en ufak bir emare yok. Onu hatırlatacak hiçbir mekân, hiçbir mahfil bulunmuyor. Kuru camlar arkasında birkaç kıyafetinin, birkaç müsvedde defterinin sergileneceği soğuk bir müze yetmez ona. Kaldı ki o bile yok.
Bazı insanlar sırf Van Gogh’un tılsımıyla, müzesinin de katkısıyla Amsterdam’a uçuyor. Hollanda’ya bu vesileyle geliyor.
Kanlı canlı etkileşimli, girenleri edebiyatımızın serüveninden, Sait Faik’in çok yönlü edebiyatçılığından ve şehirde bıraktığı hatıralarından geçirecek bir müze-ötesi mekâna ihtiyaç var.
Adapazarı Sait Faik’in ölmediği şehir olarak yaşamalı.
Yazar: Kadir Korkut