–
her yerde olmak hiçbir yerde olmaktır
bir yerde olmak her yerde olmaktır.
İnsan, ifade özgürlüğü sayesinde değil irade özgürlüğü sayesinde insandır. Bu özgürlük bizlere hayatımızda tercih yapma ve kendimizi ait olduğumuz yerde konumlandırmamızı sağlar. Mizaçlarımız, karakterlerimiz ve yeteneklerimizin farklılığı tam olarak irademizin varlığı ile ortaya çıkmaktadır. İnsanda olduğu gibi; kavramlar, kurumlar, mekanizmalar ve devletlerde birbirlerinden farklı renklere ve işlevlere sahiptir. Tüm bu iradesi bulunan ve farklılık ihtiva eden yapılar kendi yetilerinin dışına taştıklarında ise işlevlerini yerine getiremez hale gelirler.
Siyaset kelimesi ile eşanlamlı olan, Polis (kent-site) kökünden türeyen Politika (politics) kelimesi ise, kökleri Eski Yunan düşünce geleneğine dayanmakta olup, kent (site) -devletinin yönetimi, devlet ile ilgili faaliyetleri anlatmak için kullanılırdı.
Osmanlı geleneğinde siyaset bir yandan erdemli bir toplum oluşturmak için idare etme (yönetme) sanatı ile ilgiliyken diğer yandan devlete karşı suç işleyen kamu görevlilerini cezalandırarak kamu düzenini sağlamayı ifade ediyordu. Dikkatinizi iki şeye çekmek istiyoruz, biri erdemli toplum oluşturmak, diğeri kamu görevlilerini cezalandırmak. İkisini birbirine bağlayan şeyi irdelemeliyiz. Erdemin tesisi için her şeyden önce geniş ve derin bir kamusal alana ihtiyaç duyulmaktadır. Bu alan “erdem”in sınanması için kaçınılmazdır. Diğeri de “kamu” görevlilerini cezalandırmak. Yani kendine biçilen ve kendisinin üzerine aldığı misyonun dışına taşan, işlevini kaybeden kamu görevlisini cezalandırmak… Kısacası, erdemli toplumun devamlılığını zarara uğratan, yetilerini bilmediği alanda kullanan ve dolaylı-dolaysız düzeni bozan kişi tarif ediliyor.
Bu çizdiğimiz çerçeveye hemen aklımızda belirebilecek isimleri sığdırmayalım. Kendimizi de bu çerçevenin bir yerlerine konumlandırabiliriz. Yani erdemli toplumu oluşturma niyetinde olan iradeyle, erdemli toplumu devam ettirme mücadelesi içinde olanların öznesi olarak erdemli toplumun parçası olan birey olarak kendimizi…
Erdemli toplumun devamlılığı, refahı ve tesisi açısından nerede durduğumuza göz atarsak iyi bir iş yapmış olacağız. Kendimizden yola çıkarak, daha sonra erdemli bir toplumu inşa edecek iradenin varlığını sorgulama safhasına geçebiliriz. Bu sorgulama belirli kıstaslar içermiyor elbette. Azami ahlaki değerler, saygı ve sevgiyle tesis edilmiş ilişkiler, zamanı iyi kullanıp, mekanı güzelleştirecek her türlü faaliyetler bütünü içerisinde olmak erdemli toplumun işlevleri içerisinde yer alabilir. Temelde bu kavramlar ışığında erdemli toplumun inşasına yönelik her kamusal çalışma ortaya konmuş bir irade olarak kendini gösterecektir. Önce kendimize, sonra iradeye daha sonra bu düzenin tesisi ve devamlılığı için kamu görevlilerine düşen payın sınırlarını çizmiş oluyoruz.
Kamu görevlisi, kamu yararını gözeterek kendisinin yapabildiğini iddia ettiği ve kendisine bu bağlamda (ehliyet) verilen görevi icra eden kişidir. O, toplumun veya devlet reisinin “seni yetkin olduğun alanlarda işlerimizi düzene sokasın diye tayin ediyoruz” edasıyla seçmiş olduğu biridir artık.
İçerisinde bulunduğumuz ‘’mekân’’ ve zaman şartları dâhilinde siyaset; Medya, Özel sektör, Sanat, Akademik Alan, Tarım, Gıda gibi birçok faaliyet alanına dahil olmuş ve dahil olmaktadır. Bu eksen kayması ise dahil oldukları alanın hür üretim kalitesini düşürmüş ve bu alanları nakıs hale getirmiştir. Bu taşma özellikle şehirde medya, sanatsal faaliyetler ve akademik alanın şehre katması gereken değerlerin özgünlüğünü ve eleştirel yaklaşımını aşağılara çekmiştir.
Neden sonuç ilişkisinin doğal bir sonucu olarak felsefesi ve estetiği olmayan bir şehircilik göze çarpmaktadır. Güzeli tanımayan, bilmeyen, önemsemeyen bir şehircilik… Her şey halk için ve halka göre. Çoğunluk için ve çoğunluğa göre… Bu çerçeveyi çelik yelek gibi üzerinde taşıyanların, yaptığı her yanlışı demokrasinin öznesi olan “çoğunluğa” isnat etmesi de kaçınılmaz bir hal alıyor. Mekânın ruhuna uzak, şehirle hiçbir iltisakı olmayan bir imgeyi şehirle özdeşleştirmeye çalışmanın nasıl iğreti durduğunu artık daha açık şekilde görebiliyoruz.
“Ben istiyorsam olur” anlayışının, iradeye, kamuya ve topluma ne denli zarar verdiğini anlamadıkça, hataların ardı arkası kesilmeyecektir.
Şu unutulmamalıdır ki şehrin seçkinleri de olur, olmalı. Beyni ve kalbi… Pek tabii ki bir de ruhu. Bir de bu ruha muhatap olacak kulak, beyin ve idrak.
Artık şehrimizde, hayıflandığımız bu acı gerçeklerle daha fazla muhatap oluyoruz. Kendince doğru olduğuna inandığı her şeyi güzel kabul eden bir anlayış hâkim… Her şeyi düzelttiği inancıyla, yok ettiğine bigâne kalanlara bir şeyler hatırlatmayı kendimize vazife biliyoruz.
Elbette Thoreau’nun dedikleri yanında bizimkiler ilgi çekmeyebilir, ancak biz yine de yazımızı onun şu cümlesiyle bitirelim;
“Yaşamak için ayağa kalkmamışken, yazmak için oturmak nasıl da beyhudedir.”