728 x 90

Röportaj: Sakarya’da Entelektüel Mekânların İmkânı Üzerine / Servet Kızılay

Röportaj: Sakarya’da Entelektüel Mekânların İmkânı Üzerine / Servet Kızılay
Bir fikir, kamusal tartışmaya ve sınanmaya açık olmadıkça değerli olmaz.

Sakarya’da entelektüel mekânların imkânı üzerine Servet Kızılay ile konuştuk.

Servet Bey merhabalar. Sosyal54 ailesi olarak, Sakarya şehir kültürü üzerine zaman zaman yapacağımız röportajlara sizinle başlamak istedik. 2014 yılında Sakarya Büyükşehir Belediyesi tarafından yayımlanan “Kalbimizde Bir Mevsim Sakarya” adlı kitapta siz de bir bölüm kaleme almıştınız. Burada “Şehrin Entelektüel Mekânı Yeni Camii” başlığıyla bir yazınız var. Bu yazı üzerinden sizinle Sakarya’da entelektüel mekânların imkânı üzerine konuşmak istedik. Bu meseleye nasıl bir giriş yapabiliriz?

Şimdi şöyle başlayabiliriz, bir görüş vardır, Fransız felsefesi cafelerde oluşturuldu diye. Bizim de Yeni Camimiz vardı; politik nedenlerden dolayı kaldırıldı. Yeni Cami derken hemen yanında yer alan Asmaaltı Kıraathanesinden bahsediyorum. Burası öyle ilginç bir yerdi ki; kesinlikle bir hizibin, iktidar merkezinin, bir cemaatin üstünlük kurduğu bir yer değil. Tam anlamıyla doğal ve demokratik bir ortamdı. İnsanlar sandalyesini ve çayını alarak dinlemek istediği kişinin masasına yaklaşırdı. Herhangi bir zorlama, klikleşme ve kutuplaşma olmadan doğal bir sohbet yeriydi bizim için. Uzun süre gidip geldim Asmaaltına, orada gençliğim geçti; çok kıymetli ağabeyler, okumuş entelektüel isimler tanıdık. Hatta bir ara öylesine ünlenmişti ki bu mekân, Sakarya Üniversitesi’nden gelen gönüllü insanlarla doluyordu. İhsan Süreyya Sırma’nın Adapazarı’na ilk geldiğinde “Yeni Cami neresi, beni oraya götürün” dediği söylenir. Bu kendiliğinden ve dayatma olmadan gelişen bir durum.

Bu mekânda bulunan insanları nasıl tarif edersiniz?

Oradaki adamlar sıradışıydı; oldukça açık fikirliydiler. Bir fikir açık olmadıkça, kamusal tartışmaya ve sınanmaya açık olmadıkça değerli olmaz. Onun için benim siyasal görüşüm de Hiperrealist siyasettir. Yani siyasetin en büyüğü en açık yapılandır; milyonlarca insanın canı üzerine zar atıyorsan kapalı kapılar arkası diye bir şey olamaz. Devletler kimin üzerine zar atıyorsa onun önünde tartışmalıdır meselelerini.

Almanya süreciniz oldu, döndüğünüzde Asmaaltı ne durumdaydı?

Geldiğimde Asmaaltı yoktu. Cebimde de beş para yoktu. O sıralar birkaç abiyle görüştüm. Bunlardan biri Doktor Sadık Canlı idi. Ona, tekrar böyle bir mekân açmayı düşündüğümü söyledim. Asmaaltı kapandıktan sonra Müslümanların oturup çay içebileceği kaliteli bir yer yok dedim. -Tabi Yeni Cami’de doğal bir seleksiyon olduğu için Müslümanlar diyorum, yoksa anarşistin bile gelip konuşabildiği bir yerdi Asmaaltı.- O da bunu duyunca heyecanlandı. Benim dışımda da bazı teşebbüsler oldu tabi. Hatta şunu söyleyeyim, yıllar geçmesine rağmen halen daha içimde bir kahve, çay ocağı açma hayalim var. 10 yıl önce bu açacağım mekân için isim belirleyip tescilletmiştim. Sade bir mekân hayalim vardı, insanların doğal bir şekilde geldiği ve muhabbet ortamının oluştuğu bir yer.

Mekânı işleten kişi herkes tarafından tanınır mıydı? Nasıl ün kazandı burası?

Öncelikle böyle bir mekânı açan kişinin angaje olduğu bir yer olmamalı. Asmaaltı’nı işleten normalde fabrikada çalışan Osman isminde bir arkadaştı. Tamamen nötr bir adamdı. Ağabeylerimiz gele gide bizler de gitmeye başladık. Daha sonraları epey bilinen bir mekân oldu. Buranın ün kazanması yıkılmasına yakın bir döneme tekabül ediyor.  Kesin olarak şunu söyleyebilirim, Ankara’da bürokrasi içerisinde bile Yeni Cami’deki bu kıraathane övgüyle anılan bir yerdi. Dediğim gibi yıkılmadan biraz zaman önce meşhur oldu burası. Hayatı boyunca futbol oynayıp, daha sonra ün kazanan ve çıktığı bir maçta sakatlanan futbolcu gibi diyebiliriz.

Herkesin ve sizin uzunca vakitler geçirdiği bir yer diyebilir miyiz Asmaaltı’na?

Tabii, 5-6 saat takılırdık neredeyse gidince. 92-93’lü yıllarda her şeyin bir heyecanı vardı. Yani tavada köz vardı. Şöyle de bir şey var; toplumsal bunalımlara baktığımızda insanlar bir zaman sonra gittikleri yolun boş olduğunu anlıyor ve gerçekten de bu gök kubbede bâkî kalanın muhabbet olduğu anlaşılıyor. Tabi bunu insanın anlaması için Simyacı’daki yolcu gibi birçok yolculuğa çıkıp tekrar aynı yere dönmesi gerekiyor. Bakın virüs sürecinden sonra veya büyük felaketlerden sonra insanlar büyük bunalıma düşebilirler; herkes kendini rahatça ifade edebildiği ortamlar arayacaktır. Çünkü insanlar muhabbete ihtiyaç duyacak.

Peki Akademi dünyasının şehirle iç içe olmasında böyle mekânların payı var mıdır?

Elbette vardır. Şöyle söyleyeyim, o yıllarda Sakarya Üniversitesi’nde doktora yapan bir ağabeyimiz vardı. Bir hocayı alıp Asmaaltı’na getirmişti. Daha sonraları o hoca mekânın müdavimlerinden oldu. Kendisinden işitmiştim, “biz buraya geliyoruz, fikrin bir heyecanı olduğunu burada hatırlıyoruz” demişti. Böyle birçok insan entelektüel bir nefes almak isteyince bu mekâna geliyorlardı. Orada ilginç bir hava vardı. Buna alaylı-mektepli ilişkisi diyebiliriz. Birçok tartışmada bizler alaylılar olarak mekteplilere karşı bir direniş gösteriyorduk. Biz üniversite okuyorduk ama bir titrimiz yoktu. Oraya gelen adamların da yoktu ama bir kalite vardı.

Bunu örneklendirebilir misiniz?

Tabii ilk olarak Selahaddin Şimşek Ağabeyden bahsedebilirim. Bir edebiyat deryasıydı. Salah Birsel gibi bir adamdı. Ona bir yazarı, düşünürü sorunca “tanımıyorum, sadece üç eserini okudum, yorum yapmayayım” derdi. Bunu artistik olsun diye söylemezdi, aksine çok doğal ifade ederdi. Selahaddin Ağabey’e edebiyatın bir konusunu ver sana yedi ceddini anlatırdı; kategorize eder, temsilcilerini sayar, oradan girer buradan çıkar saatlerce anlatırdı. Adeta canlı teatral bir kitap, makale dinler gibi olurduk. Mesela Fetva Hasan vardı. (Fıkıhtan çok bahsetmesi ve fıkhî delillere çok başvurmasından dolayı koyulmuş bir lakaptı.) Mustafa Koşucuoğlu vardı. Selamet Soysal, Rıza Eliaçık, Dr. Sadık Canlı, Akademisyen Ekrem Gül, Milliyetçi Hüseyin Abi, Ağır Ağabeylerden Baba Hakan, hayır işlerine gönül veren ve bu yüzden İnşallah lakabını alan Hasan Sayar, yakışıklı jön dişçi Semih Ağabey, herkesin çok sevdiği Hüseyin Yoz, Edebiyat sohbetleriyle Alpay Şirin, Ferhat Akbaba, Kadrican Mendi, Atilla Çolak, İslam felsefesi ilgisinden dolayı Gazali lakaplı Muhammed Durmaz, Din öğretmeni Rıdvan Yılmaz, Sosyoloji birikimi nedeniyle Habermas dediğimiz Veysel Karataş, Rahmetli Kenan Ağabey, sessiz ve hayırsever Petrolcü Yaşar Ağabey, olay insan Gemici Ahmet Ağabey, tartışmacı kişiliğiyle Atilla Yeniay, güzel insan Orhan Bayraktar, sohbet ehli Rıdvan Duran, müzmin bekâr lakabıyla çok sevilen ve sayılan Hüseyin Yıldız hocamız, her zaman poşetinde kitap ve sigarasıyla dolaşan Sezgin Çevik, dostluğu ve öğrenme heyecanıyla Aydın Aktay ve ismini sayamadığım bir sürü güzel insan vardı Yeni Camide.

Selahaddin Şimşek Ağabeyden bahsedebilirim. Bir edebiyat deryasıydı. Salah Birsel gibi bir adamdı. Ona bir yazarı, düşünürü sorunca “tanımıyorum, sadece üç eserini okudum, yorum yapmayayım” derdi. Bunu artistik olsun diye söylemezdi, aksine çok doğal ifade ederdi.

Peki günümüzde böyle entelektüel kimlikler olduğunu düşünüyor musunuz?

Seviye gittikçe düştü elbette. Ancak buna rağmen var olduğunu söyleyebilirim. Bunu asla akademik titr ve üniversite okumayla ilişkilendirmiyorum ben.  İçinde bir heyecan olan insanı anlatıyorum ben, babasını savunur gibi bir fikri savunan insanı kastediyorum! Yani entelektüel namusu, entelektüel ateşi kastediyorum. Böyle adamlar çok azaldı elbette. Bunun sebebinin politik ve ekonomik bir sarmal olduğunu düşünüyorum.

Babasını savunur gibi bir fikri savunan insanı kastediyorum! Yani entelektüel namusu, entelektüel ateşi kastediyorum. Böyle adamlar çok azaldı elbette.

Politika günümüzde birçok şeyin üzerine mi çıkıyor?

Biz de politik duruyorduk ancak bunu entelektüel-politik okumalarla birleştirdik. Bir heyecanı vardı. Günümüzde hepimizin sorması gereken soru şu, AK Parti iktidardan gittiğinde geriye ne kalacak? Kültürel olarak kazanımlarımız neler oldu? Bu soru üzerine uzunca durmak lazım. Şunu söylemeliyim, eskiden maddi imkânlarla – entelektüel heyecan arasında ters orantı vardı. Maddi imkânlar geliştikçe yapacağın işler artar; gezeceğin arkadaşların çoğalır, gideceğin mekân sayısı artar, gideyim Varşova’yı bir göreyim dersin. Ancak entelektüel heyecan nerede? Savunmak bunun neresinde, heyecanını kamu önünde sınamak nerede? İnsanlar şunu anlamıyorlar, büyük fikirler büyük krizler zamanında ortaya çıkar. Kronolojik olaylara bakarsak öyle olduğunu görürüz.

Günümüzde hepimizin sorması gereken soru şu, AK Parti iktidardan gittiğinde geriye ne kalacak? Kültürel olarak kazanımlarımız neler oldu? Bu soru üzerine uzunca durmak lazım.

Entelektüel heyecan önemli yani?

Tabii ki. Hegel mesela, mutsuz bir adamdı. İçindeki yangını söndürmek için sürekli içki içen bir adamdı. Doğru ya da yanlış, büyük krizler büyük fikirleri ortaya çıkarıyor. Bize birileri, hatta bu devlet bile olsa sana bir kemik atıyorsa bil ki daha sonra senden fazlasını alacaktır. Bizler yokluğun sancısıyla da var olabiliriz. Edebiyat için ne derler mesela? “Edebiyat aşka düşülmüş bir yazıttır” derler. Peki, aşk nedir? Mahrumiyettir! Başka ne olacak! Mahrum olacaksın, kavuşamayacaksın kardeşim. O seni bir hayale kışkırtır. O mahrumiyet seni ya tamamen yokluğa götürür, ya da hiç ummadığın bir atraksiyona sevk eder. Yeni Cami zamanlarında cebimde yan taraftaki tuvalete gidecek param yoktu ama her gün gittiğim yere her defasında aynı şevkle gidiyordum. Çünkü açık bir mekândı, fikir vardı.

Yeni Cami zamanlarında cebimde yan taraftaki tuvalete gidecek param yoktu ama her gün gittiğim yere her defasında aynı şevkle gidiyordum. Çünkü açık bir mekândı, fikir vardı.

Tüm bu konuştuklarımız bir mekâna işaret ediyor, yani bir mahfile…

Şöyle bir gerçek var, ben bunu mimaride gördüm, mekân insanı toplar. Bir mekân ya toplar ya dağıtır, arada bırakmaz. Toplamak için yapılmış bir mekân mutlaka toplar. Mekân çok önemlidir. Madem sordunuz öyleyse hayalimdeki mekân hayalinden bahsedeyim size; kemerli, kubbeli eski Mağrib mimarisine benzer bir kahve… Oraya girdiğinde istesen de çıkaramayacakları bir mekân. İç mekânda kemer olan, kubbeli, seni hem mekânda tutacak hem kışkırtacak bir mekân.

Bir mekân ya toplar ya dağıtır, arada bırakmaz. Toplamak için yapılmış bir mekân mutlaka toplar. Mekân çok önemlidir.

Buradan biraz geriye dönersek Yeni Cami ruhu nasıl kayboldu?

Evet, oraya dönelim, eksik bıraktığım birkaç şey var. Sadık Canlı hoca o ara “diyanetle bir görüşsek Yeni Cami’nin oraya yine yapışık şekilde bir şey inşa etsek” gibi bir şey söyledi. Hatta dur sana bir şey söyleyeyim, inanmayacaksın belki ama iki hafta önce Yeni Cami’deydim. Kafamdan kurguladım, öyle bir mekân buraya yerleştirilebilir mi diye. 15 gün önce kafamın içinden geçti, bu röportaj tevafuk oldu. Neyse, Sadık ağabey o ara o teklifi attı ortaya, buraya küçük bir çay ocağı yapılsın dedi. Sadık ağabey, cami cemaatinin toplanacağı bir yere ihtiyacının olduğunu da söylemişti. Ben de bunun harika olacağını söyledim. Sadık hoca “Servet git bak, var mı böyle bir alan” dedi bana. Ben de elime metreyi aldım ve yola koyuldum Yeni Cami’ye gitim. Yükseklik ve zemin ölçümleri yaptım. Mimari eksen üzerine çalışmalar yaptık. Malzeme hesabına varana dek yaptık. Hocayla bunların hepsini paylaştım. Sadık hoca bunu birkaç kişiye söylemiş ama bir sonuç çıkmadı ne yazık ki. Olsun. Bugün zengin olsam yapacağım ilk şey mimarisi güzel ve sade bir kahve açmak olacak. Bu beni mutlu kılacağı için, ticari bir kaygı güttüğüm için değil.

Bugün zengin olsam yapacağım ilk şey mimarisi güzel ve sade bir kahve açmak olacak. Bu beni mutlu kılacağı için, ticari bir kaygı güttüğüm için değil.

Bugün şehrin böyle mekânlara ihtiyacı var tabi…

Aslında bugün bunca imkâna sahipken, neden bu ortamların oluşturulamadığı üzerine iyice düşünmek lazım olduğuna inanıyorum. Sizlerden ricam bu, “bundan sonra ne olacak?” sorusuna eğilmelisiniz.

Çok keyifli bir muhabbet oldu. Teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim.

Son Yazılar