“O an babama bakınca, gözlerindeki yaşı fark ettim. Zannedersem ben o an Sakaryasporlu oldum.”
98 Mayısı’nın sonunda, hiç unutmuyorum akşamüstüydü, sinek ilacı kamyonetinin peşinde kan ter içinde kalmışken, babam balkondan ‘’Haydi Sakarya maçı başlıyor’’ diye bağırdı. Çocukluk haliyle nazlandım, sokakta top oynamak tatlı geldi. Israr edince çıktım.
Bizim takım yoktu henüz TRT ekranında. Kanalın logosu şimdiki gibi kırmızı değil, büyük harflerle mavi puntolu, oldukça sade bir ‘’TRT’ idi. Yanılmıyorsam, Erzincanspor ile bir takım maç yapıyordu. Fakat Eskişehir stadı yeşil siyaha boyanmıştı çoktan. Başka takımların maçında stad ‘’Sakarya! Sakarya!’’ diye inliyordu. Böyle bir şeyin nasıl olabileceğine akıl erdiremediğim için çocuk heyecanıyla ‘Baba! Sakarya diye bağırıyorlar’ diye sıçradım. O an babama bakınca, gözlerindeki yaşı fark ettim. Zannedersem ben o an Sakaryasporlu oldum.
İlk turdaki maçımızı beklerken tribündeki yerini saatler öncesinden alan binlerce Sakaryaspor sevdalısı yerinde duramıyor, şehrin maçı başlamadan tüm Türkiye’ye adını duyuruyordu. O yaz bu tablonun etkisi ve çocukluk hayal gücümüzün sunduğu imkânlarla 98 dünya kupasının yıldızları arasına Sakaryasporlu futbolcuları da aldık.
Ne zaman çift kale yapsak ya Zidane olmak için yırtınıyorduk ya Timuçin olmak için. Bazılarımız Ronaldo olmak için kavgaya tutuşurdu bazılarımız Aygün için. Yusuf, Sefer, Doğan, Muhammed Ali, Rambo Hasan ve niceleri… Aynı yaz TRT’de yayınlanan dünya kupası yıldızlarından farksızdı bizim için.
Mahalle takımımızın formasına karar vermek için iki tane büyük adayımız vardı. O yıl dünya kupasını alan Fransa’nın klasik, çizgili ve mavi ağırlıklı, içinde Galya horozunun kabardığı amblemiyle dünya tarihine geçmiş forması ya da Sakaryaspor’un o bahar Eskişehir’deki play-off maçlarında giydiği büyük parçalı, ağır forması.
Elbette Sakaryaspor galip geldi ve herkes özellikle Çark Caddesi’nde Şaban Amca’nın spor malzemeleri sattığı dükkâna uğrayarak forma arayışlarına başladı. Herkes bir örnek olsun istiyorduk ancak kiminin bedeninin olmayışı, istediğimiz tasarımın fiyatının diğerlerinden farklı oluşu ve bazı arkadaşlarımızın köylerine, onları yemyeşil bir bahçede merhametli gözlerle bekleyen dedelerinin, ananelerinin yanına gidişi işimizi bozdu.
Biz Adapazarı’nda, yanmış betonlar ve kauçuk toplar arasında kalan birkaç arkadaş formalarımızı giydik ve formdan düşmemek için idmanlarımıza büyük bir ciddiyetle devam ettik. Ne de olsa bundan sonra mahalle maçlarında Sakaryaspor’u temsil edecektik.
Ne günlerdi onlar… Mahallenin mahalle olduğu günlerdi. Mahallede arabadan çok çocuk olduğu günlerdi. Serbest piyasanın, seri üretimin renklerin önüne bu boyutta geçemediği günlerdi.
Babamın beni balkondan çağırışının bir ‘’play-off’’ maçı olduğunu bilmeden ben neyin müptelası olmuştum böyle. Mayıs aylarının bundan sonraki hemen her yazın başlangıcında Sakaryaspor mevsimi olacağını, on binlerce Sakaryaspor taraftarının her bahar alışılmış bir merasim gibi Türkiye haritasını işgal edişini önce televizyondan gururla izleyecek, daha sonra işgalin bir parçası olacaktım.
Biz Sakaryasporlular için Mayıs demek yolculuk demektir. Şehir hatları terk edilir ve gereken saatte gereken şehre göç edilir: Eskişehir, Antalya, Ankara, İstanbul, İzmir, Mersin, Bursa ve öyle görünüyor ki bundan sonra niceleri. Play-offlara bu şehirden kız almaya gider gibi havlularla, konvoylarla gidilir. Oraya indiğinde nereye vardığını şaşırır insan. Bir Şampiyonlar Lig’i finaline adım atmak üzeredir. Bu kalabalığın, bu dumanın, bu uğultunun başka bir izahı yoktur.
Belki de tarihinde ilk defa ses bombaları, diyafram şarkıları, meşaleler kesemeyecek başlama dakikasını. İlk defa hoca fırçası, futbolcu bağırışları inletecek stadı. Gönüller bu sene ekrana akacak, oradan kabloların içinden, zemine ve yeşil-siyah kramponlara kadar gidecek.
Yazar: Kadir Korkut