Bizim Stat belgeseli üzerine Kadir Korkut yazdı.
Coğrafya kader mi? Yoksa ruhun kabı olması suretiyle özün bir başka odası mı? İnsan yaşadığı toprağa benzer demiyor mu şair? Tarlasındaki çiçeğe, suyundaki balığa, hikâyesindeki insana kanmaz mı her seferinde? Bu şehirler zamanı karnında tutarak bizi yatıştırıyor. Her ne kadar çirkin, bakımsız, çatıları akar olsa da bu şehirlerde büyüyor, çoğalıyor ve ölüyoruz. Ölülerimizin gülümsediği mezarlar bu şehirlerde. Elbet bizi de bekleyen aynı şen kader, aynı çukur sessizlik. Aynı köy selvileri, aynı tarlaların kıyısında, yoncalarla yaşayanların arasına katılacağız. Bir şehirden başka bir şehre geçeceğiz.
Her ne kadar salt binalar, yollar ve meydanlardan oluştuğunu düşünsek de esasında şehirleri şehir yapan ahalisiyle tozunun ve toprağının bir harç gibi topak olmasıdır. Her yapısıyla her şakanın, her tuğlasıyla her dalaşmanın buluşup koklaştığı bir görünmez uzam vardır mutlaka o caddelerde. İşte o uzam, o yoğunluk; şehrin kültürünü, yaşama neşesini meydana getirir. İnsanların dünyaya bakışları, çevrelerini nelerle doldurdukları ve onlara ne anlam yükledikleriyle de alakalıdır. Dışarıdan bir cami, bir stat gibi görünen o hacim aslında bu kadar değildir. Haliyle onların yoklukları bir taş yokluğunun çok daha ötesinde bir yaşam yokluğu, kültürde yokluk olarak tezahür edecektir.
Kendisini sahipsiz hisseden Adapazarlılar açtıkları ‘’Sakarya Cumhuriyeti’’ sloganı ile kendilerini teselli edecek bir cüreti ‘âleme’ göstermiş. Merkezin yanıbaşında ona bu kadar uzak kalmanın dışavurumu olarak bu sitem Türkiye’nin pankart hafızasına yer etmiştir.
Coğrafi bakımdan Marmara ılısının doğusuna düşse de hikayesi olan şehir, onu Güney Amerika kıyısındaki hararetli insanların memleketlerine benzetmek mümkün. Deprem geçirmiş, kaldırımları dökülmüş, incinmiş. Çadırlarda büyümüş; yetmemiş, bir kazada büzülmüş otobüsü. Kendisini sahipsiz hisseden Adapazarlılar açtıkları ‘’Sakarya Cumhuriyeti’’ sloganı ile kendilerini teselli edecek bir cüreti ‘âleme’ göstermiş. Merkezin yanıbaşında ona bu kadar uzak kalmanın dışavurumu olarak bu sitem Türkiye’nin pankart hafızasına yer etmiştir.
Sakarya, edebiyat tarihinde Necip Fazıl’ın meşhur şiiriyle adını sürekli duyuran, yetiştirdiği edebiyatçıları ile de Türk edebiyatına katkı sunan bir şehir. Sait Faik ki çınarlarına kargaların üşüştüğü memleket diyerek memleketi Adapazarı’nın gururunu okşar. Yine Faik Baysal, Kerim Korcan, Necati Mert, Ayfer Tunç, Selahattin Şimşek, Selim Gündüzalp, Fahri Tuna gibi isimlerle Adapazarı için taşra tenhalığı dağılmış, metinlerde bir merkez kurulmuştur. Özellikle son yıllarda Türkiye genelinden edebiyatçıları, belediyesi vasıtasıyla ağırlayan şehir, sanayi ve tarım alanlarının yanına bir kültür merkezi olma çabasını da koymuştur.
O kadar ki 1923 yılında dahi İstanbul’dakilerin sayısına rakip olabilecek kadar futbol takımı Adapazarı’nda faaliyet gösteriyor ve kendi aralarındaki rekabet ile derbi kültürünü daha yeni kurulmuş Türkiye’de yaşatmaya başlamış bulunuyordu.
Fakat tüm bunların dışında, bu bölgenin bir başka özelliği var ki ülke genelinde akla hemen o gelir. Şehrin futbol başta olmak üzere spora olan düşkünlüğü ve bu alanda yetiştirdiği isimlerin milli formaya yükselecek kadar nitelik taşıması. O kadar ki 1923 yılında dahi İstanbul’dakilerin sayısına rakip olabilecek kadar futbol takımı Adapazarı’nda faaliyet gösteriyor ve kendi aralarındaki rekabet ile derbi kültürünü daha yeni kurulmuş Türkiye’de yaşatmaya başlamış bulunuyordu. Sadece kendi içerisinde değil yurtdışından ağırlanan takımlarla da o yıllarda milli ünvanlı maçlara çıkılmıştı bile. Yunanistan’da mübadele Rumlarının kurduğu meşhur Olympiakos ile Adapazarı Karaağaçdibi’nde Selanik göçmenlerinin sahiplendiği Gençlerbirliği arasında 1936 senesinde bir dostluk maçı düzenlenmişti. Yine 30’lu yıllarda Fenerbahçe, Beşiktaş ve Galatasaray Adapazarı karmasıyla maç yapmak için sıklıkla Adapazarı’na gelmişti. Anlıyoruz ki Sakarya’nın meşhur tarlalarında pancar, patates ve futbolcu yetişiyor deyimi aslında günümüzün, hatta 60’lı yılların çok öncesine dayanmaktadır.
Anlıyoruz ki Sakarya’nın meşhur tarlalarında pancar, patates ve futbolcu yetişiyor deyimi aslında günümüzün, hatta 60’lı yılların çok öncesine dayanmaktadır.
Oğuzhan Öçalan’ın yazıp yönettiği bizim stat filmi Adapazarı tarihinin en eski statlarından biri olan Atatürk Stadı’nın hikayesini konu ediniyor. Bu mekanda ömrünü geçirmiş futbolcular, hocalar, yöneticiler, stat çalışanları ve taraftarlarla yapılan görüşmeler Öçalan’ın kurgusuyla harmanlanıp izleyiciye sunulmuş. Film, yıkılmasına ramak kala Atatürk Stadı’nın yüklü anısını kalplere bırakıyor. 1988 senesinde Sakaryaspor formasıyla bir çocuğun evinden çıkıp günümüzdeki şehir tarafından terk edilen stada girmesi, film boyunca yaşanan zamansal sıçrayışların ilki. 88 senesi Sakaryaspor’un Türkiye kupasını kazandığı yıl olması bakımından sembolik bir öneme işaret ediyor. Bu zirve duygudaki stattan bir anda yüzüne bakılmayan viraneye yaşanan çabuk geçiş, bu iki farklı dilimin peş peşe öpüştürülmesiyle verilmiş. Yönetmen bu konuda çizgilerini koyu çekmediği için didaktik bir söyleme de düşmemiş.
Film boyunca kronolojik çizgide atlamalar, geriye dönüşler ve ileri sıçrayışlarla ritmik bir akış sağlanmış. Bu sayede bir merak ve heyecan oluşturulmaya çalışılmış. Zira böylesi konuşma ağırlıklı belgesel bir filmde düz bir akış, içeriği daha da ağırlaştırabilirdi. Bu noktada geçişleri sağlayan Adapazarı şehir manzaraları ve hareketli, muzip denebilecek müzikler filmin daha kolay akmasına yardım etmiş. Müziğin insan ruhuna ve bulaştığı ana nasıl bir derinlik kattığına bu filmde bir kez daha şahit oluyoruz. Sadece hareketli anlarda değil, filmin izleyiciye duygusal bir seslenişe başladığı sahnelerde de seçilen enstrümantal parçaların tesiri yüksek. Bu müzikalitenin titiz bir kulak ile filme monte edildiği hissediliyor. Zira bu parçalar eşliğinde gelen görüntüler dikey bir tesir kazanarak izleyiciye birkaç boyutla dokunuyor. Erdem Pancarcı’nın “İki Gözüm Elveda” adıyla filme özel, onun özüyle örtüşen bir şarkı bestelemesi eserin orijinalitesini yükseltmiş.
Belgeselin bir sahnesi stadyumda toplanmış ve buranın yıkılmasına karşı olan şehir insanının eylemini gösteriyor. Burada mutfaktan bir malzemenin vitrine çıkarılmasıyla üst-kurmaca tekniğinden yararlanıldığını görüyoruz. Çalışmada, bir dış ses yerine kendi kendini anlatan bir kurgu ile de doğal bir anlatı elde edilmiş. Böylece yalın bir anlatımla hem mekanın hatıralarına alan açılmış hem de söylenmek istenen net bir şekilde izleyiciye ulaştırılmış.
Filmin birçok anında geniş bir spor ve futbol arşivinden yararlanılmış. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Adapazarı’nda faaliyet göstermiş spor kulüpleri ve onların albüm kapakları arasında solmuş kahramanları bizim stat sayesinde izleyiciyle buluşmuş. Bu anlamda belgeselin bir arşiv çalışması barındırdığını da vurgulamak lazım. Erol Girişken, Fahri Tuna ve Sabri Küçük arşivleri ve filmdeki konuşmalarıyla dikkat çeken üç isim. Bu kaynakları derleyip biraraya getirme hususu ise başlangıçta ‘Akademi Arşiv ve Tarih Araştırmaları’ başlığıyla açıklanmış.
Yeri gelmişken söyleyelim; bizim stat, Akademi Sakaryaspor derneğinin öncülüğüde hazırlanmış bir film. Dernek, Sakarya’yı ve çevresini kültür-sanat-fikir-spor alanlarında ileriye götürmek ve şehirde kalıcı bir vizyon tesis etmek adına kurulmuş. Derneğin ilk projesi de şehrin unutulmaz anlarına ev sahipliği yapmış stadını tarihe sadakatle uğurlamak olmuş. Hatta uğurlamak yerine onu korumak ve interaktif bir futbol tarihi müzesi haline getirmek. Dernek, stadyum arazisine mimarlarla beraber bir müze-bahçe projesi geliştirmiş. Yani belgesel sadece beyaz perdeyi değil, şehrin bizatihi kendisini etkilemek ve onun mimari kaderine sahip çıkmak üzerine kurgulanmış.
Sakarya Atatürk Stadı’nın apar topar yıkılma ihtimaline karşılık kısa sürede çekimleri yapılmasına ve ilk filmi olmasına rağmen Oğuzhan Öçalan ve ekibi, ilk projesi olmasıyla da Akademi Sakaryaspor’un görücüye çıktığı eser, gelecekte hem yönetmenden hem dernekten beklentileri yükseltmiş gözüküyor.
Kadir Korkut