728 x 90

Sait Faik’in Adapazarı Hikâyelerinde Hemşehrilik Bilinci

Sait Faik’in Adapazarı Hikâyelerinde Hemşehrilik Bilinci

Serhat Demirel, Öğr. Gör. (SAÜ)

Sait Faik Abasıyanık, Adapazarı’nda doğmuş, çocukluk ve gençlik yıllarının bir bölümünü bu şehirde geçirmiş, Türk edebiyatının en önemli yazarlarından biridir. Bugün, Adapazarı’nda kendisi adına yapılmış bir park ve isminin verildiği bir sokak bulunan Abasıyanık, hiç şüphe yoktur ki, memleketinde bundan çok daha fazlasını da hak etmektedir. Bizim çalışmamızın konusunu ise Adapazarlı olan usta yazarın eserlerinde Adapazarı’nın nasıl yer aldığı, yazarın Adapazarı’na ve Adapazarı insanına karşı yaklaşımı, onları hikâyelerinde ne şekilde yansıttığı ve kendisini bu şehirle ilişkisi açısından nerede konumlandırdığı gibi sorular oluşturmaktadır.


Sait Faik Abasıyanık dendiğinde, edebiyat kamuoyunun ve okurun zihninde genellikle İstanbul’daki Burgazada, deniz, martılar, balıkçılar, zor şartlarda geçinmeye çalışan emekçi kesim, Beyoğlu, kenar semtler ve bunları da içine alacak şekilde bütün bir İstanbul muhiti ve insanları canlanmaktadır. Sait Faik, bu imajlarla birlikte düşünülür çoğu zaman. Bu düşüncenin zihinlere yerleşmesi ve yazarın, eserleriyle “İstanbul edebiyatı” denebilecek bir tür kanonun içine yerleştirilmesi neticesinde bir nokta göz ardı edile gelmiştir hep: Sait Faik’in aslında “iki adalı” olduğu gerçeği. Bunlardan biri Burgazada diğeri ise Adapazarı’dır. Ve önce Adapazarı gelmektedir.

Oysa işin bu kısmı çoğu zaman geçiştirilmiş ya da dikkate alınmamıştır. Öyle ki, Sait Faik’in 1936 yılında, Ağaç dergisinde yayımlanan “Kalorifer ve Bahar” adlı hikâyesinin “Adalı” soyadıyla yayımlanması genel geçer okurlar bir yana, ciddi eleştirmen ve araştırmacılar tarafından bile Burgazada’nın simgesi olarak düşünülmüştür hep. Ancak gerçekte bu soyadını ona Adapazarlı olmasından kaynaklı, Necip Fazıl Kısakürek uygun görmüş ve biraz da işgüzarlıkla dergiye öyle yazdırmıştır. Sait Faik ise bu soyadı güzel bulmuş olsa da aile ismini, yani Abasıyanık’ı soyadı olarak kullanmayı tercih ettiğini bir mektubunda söyler. (Sönmez, 2007: 28). Bu konuda, A’dan Z’ye Sait Faik kitabının hazırlayıcısı Sevengül Sönmez’in şu uyarısına kulak vermek gerektiği ortadadır:

Necip Fazıl Kısakürek’in Sait Faik’e Adalı soyadını yakıştırması ile Burgazadası arasında hiçbir ilişki yoktur. Öykünün yayımlandığı tarihe dikkat edilirse, bu tarihte Sait Faik’in henüz Burgazadası’yla bağının olmadığı hemen anlaşılacaktır. Bu durum, Mustafa Raşit Abasıyanık’ın işaret ettiği noktaya dikkat etmemizi gerektirir. Adapazarlılar, Adapazarı’na kısaca “Ada” demektedir. Bu nedenle, Sait Faik’in öykülerini okurken de “Ada” sözcüğüne dikkatli yaklaşılmalıdır. Sait Faik’in her “Ada”sı Burgazadası değildir, bazı “Ada”lar Adapazarı’dır (2007: 28).

Bu uyarının da etkisiyle biz de Sait Faik’in eserlerinde ve yaşantısında da daima ihmal edilen bu “ilk ada”nın, başka deyişle “asıl ada”nın yani Adapazarı’nın peşine düştük. Sorumuz şu oldu: Acaba Sait Faik’in yaşantısından soyutlayamayacağımız hikâyelerinde Adapazarı ne ifade ediyordu? Sait Faik’in yaşantısını ve yazarlık dünyasını belirleyen bu ilk “ada” ne ölçüde sinmişti eserlerine? Daha önce bu konuda yapılmış istatiksel ve nitel çalışmaların da yardımıyla aşağıda yer verdiğimiz bazı sonuçlara ulaşıldı.

Öncelikle Sait Faik’in Adapazarı ile kesişen hayatına daha yakından bakmamız gerekmektedir. 1906 yılında, Adapazarı’nda, Atatürk Bulvarı’nda, şimdi yerinde beş katlı bir apartmanın bulunduğu eski bir ahşap evde dünyaya gelir Sait Faik. 1910 yılına kadar buradadır, bu tarihte ise babasının görevi nedeniyle üç yıllığına Karamürsel’de otursalar da 1913 yılına gelindiğinde tekrar Ada’ya dönüş yaparlar ve Sait Faik burada Rehber-i Terakki’de okula başlar. Bu sırada anne ve babasının bir süre ayrı yaşaması sebebiyle o, baba evinde ama babaannesi ve dedesi ile yaşar. Daha sonra, 1920- 1922 yılları arasında Yunan işgali sebebiyle birkaç ay Hendek, Düzce ve Bolu’da kalıp tekrar kasabaya geri dönülür ve Sait Faik Adapazarı İdadisi’nde öğrenimini sürdürür. 1924 yılına, yani ailesiyle birlikte İstanbul’a göç edene kadar da Adapazarı’nda yaşar. Meşhur, öğretmenin sandalyesine iğne koyma olayı sebebiyle Bursa Erkek Lisesi’ne gönderilmesi ise İstanbul’a gelir gelmez kaydolduğu İstanbul Erkek Lisesi’nde yaşanmıştır. Bu tarihten sonra Sait Faik, Adapazarı’nda sürekli kalmasa da çeşitli vesilelerle zaman zaman şehre gelip gitmelerini sürdürmüştür. Kısacası, yazarın çocukluk ve ilk gençlik yıllarını da kapsayan tam on yedi yılı, arada toplam üç yılı bulmayan fasılalar olsa da Adapazarı’nda geçmiştir ki bu, bir yazarın yaşayışını ve hayal dünyasını şekillendirmede çok ciddi bir zamandır.

Araştırmacı Ahmet Miskioğlu, 16 yaşına kadar geçen Adapazarı hayatının Sait Faik’te çok güçlü izlenimler bıraktığını, bunun sonradan yayımladığı yapıtlarından anlaşılacağını söyler (1991: 11). Yazarla ilgili ciddi çalışmalardan birine imza atan Muzaffer Uyguner de aynı fikirdedir. O da Sakarya’nın Sait Faik üzerinde derin izler bıraktığını söyler. Bu noktada belirtmek gerekir ki, yazarın ilk hikâyesini, “İpekli Mendil”i Bursa’da lise öğrencisiyken yazdığından çokça bahsedilir ama aslında yazmaya Adapazarı’nda başladığından pek söz edilmez. Oysa araştırmacı Tahir Alangu, onun “Hammal” adlı şiiriyle ilk edebiyat ürününü verdiği yerin Adapazarı olduğunu söyler (1956: 215). Böylece onun yazarlıktaki ilk deneyimlerinin de yine Adapazarı’nda gerçekleşmiş olduğu anlaşılmaktadır.

Abasıyanık, “Öykülerinde çevre olarak İstanbul’dan sonra en çok Sakarya’ya yer vermiştir.” (Yılmaz, 2002: IV) Engin Yılmaz, bu öykülerinin toplamda yirmi yedi adet olduğunu söylerken, Sennur Sezer ise bu rakamı 30’a çıkarır. (Yılmaz, 2002: 51) Bu farklılıkta, yazarın kimi hikâyelerindeki mekân tasvirlerinin net bir bilgi edinmeye elverişli olmamasının payı vardır elbet. Ancak her ne olursa olsun, Abasıyanık’ın külliyatı içerisinde hiç de azımsanamayacak sayıda hikâyenin Adapazarı ile bir şekilde ilişkili olduğu açıktır. Bunlar arasında yazarın ilk üç kitabı ayrı bir yer tutmaktadır.

Semaver, yazarın ilk hikâye kitabıdır, yayın yılı 1936. Bu kitapta özellikle Adapazarı ve Bursa çevresi çok sık yer bulur. İkinci kitap, 1939’da basılan Sarnıç ve üçüncü kitap, 1940 tarihli Şahmerdan’da da Adapazarı çevresi ve insanı okurun karşısına çıkar. Sonraki eserlerde ise Adapazarı etkisi git gide azalmaktadır. Bir başka Adapazarlı yazar, Necati Mert, hikâyelerine bakıldığında iki Sait Faik olduğunu söyler:

Biri, ilk üç kitabındaki hikâyelerin yazarı Sait Faik. Bu, Adalısı, Adapazarlısıdır. Toplumu dert edinmiştir. Köylüleri, işçileri, kasabalıları, orta boyda şehir insanlarını anlatır. Öyle ki kendini anlattığı zaman bile diğerkâmlığı yok olmaz. … Ayrıca dobra dobradır. “Bohça”da bir su boyundan, “Beyaz Altın”da bir mezarlıktan, “Mahpus”ta bir hükümet önünden ve kasabadan, hele “Üçüncü Mevki”de bir kasabadan söz eder ki Sait Faik, bu yerlerin baba memleketine ait yerler, insanlarının da hemşerisi Adalılar olduğu apaşikardır (2006: 113).

Necati Mert, sonrakilerin ise ağırlıklı olarak İstanbullu Sait Faik’e ait hikâyeler olduğunu söyler ama bunlarda da yine yazarın Adapazarlı oluşunu sezdiren satırlara rastlanabileceğini ifade eder. Ona göre, dikkatli bir Adapazarlı, hemşerisine yani yazara onun Burgazlı hikâyelerinde de rastlayabilecektir (56). Meselenin bu tarafının ayrıca incelemeye değer olduğunu belirtmek gerekir.

Sözünü ettiğimiz bu ilk üç kitaba daha yakından baktığımızda, mesela “Sarnıç” adlı, kitaba da adını veren hikâyesinde, yazarın Adapazarı’ndan hatırladıklarının mühim bir yer tuttuğu fark edilir. Keza “Orman ve Çocuk” hikâyesinde de yazar, çocukluğunun geçtiği evi tasvir eder. Bunlardan başka “Meserret Oteli”, “Babamın İkinci Evi”, “Bohça”, “Beyaz Altın”, “Çelme”, “Sakarya Balıkçısı” ve “Su” Basması da yazarın ağrılıklı olarak ya da bütünüyle Adapazarı ve civarından bahsettiği hikâyelerindendir.


Kurmaca-gerçeklik açısından bakıldığında onun hikâyelerini genellikle birinci tekil şahısla yani ben-öyküsel bir dille yazdığını, kurmacanın içine kahraman-anlatıcı ya da tanık anlatıcı olarak dâhil olmayı sevdiğini görürüz. Mehmet Kaplan, bu konu üzerinde şöyle durur:

Sait Faik’ten önce Türk hikâyecileri kendilerini hikâyeye koymaktan bile bile kaçınıyorlar, “objektif ” olmaya çalışıyorlardı. Bu, onlara yapma bir hikâyeci tavrı veriyordu. Onlar hikâye anlatmıyor, kuruyorlardı. Sait Faik, hikâyelerinde hikâyeci tavrını bırakarak kendi kendisi oldu. Ben bunu Orhan Veli’nin Türk şiirinde yaptığı inkılaba benzetirim. Orhan Veli, şiirde şairliğe son vererek sade ve tabii bir edayla kendi yaşantılarını söyledi. Sait Faik de öyle. Sait Faik’in hikâyeleri “ben” ve “yaşantı” hikâyeleridir. Bütün hikâye dünyası kendi hayatına sıkı sıkıya bağlıdır (Alptekin, 1984: 232).

Kaplan’ın görüşlerine ilave olarak diyebiliriz ki, tür olarak bunların çoğu zaman hikâyenin kurmaca ilkesini ihlal ederek birer anı ve yaşantı parçasına dönüştüğü fark edilmektedir. Yazarın kendisi de çeşitli yazı ve röportajlarında bunu doğrular. Örneğin, Havada Bulut’ta yer alan “İkinci Mektup”ta şöyle söyler: “Güya muharririm ya sevgilim, benim yazılarımın hiçbiri hikâye değil, röportaj değil, mektup değil, nedir ben de bilmem. Bu sıralarda da sana mektup diye tutturmuş gidiyorum.” (Abasıyanık, 2001: 216)


Fethi Naci, yazarın bu tarz görüşlerini de dikkate alarak onun eserlerini “özgür hikâye” olarak adlandırır (1998: 27). Bizce, yazarın hikâyedeki konumu ve kurmaca-gerçeklik ilişkisi açısından Abasıyanık’ın eserleri, Türk edebiyatında benzerlerini dönemsel olarak en çok Abdülhak Şinasi Hisar ve Ziya Osman Saba’da gördüğümüz ve bazı eleştirmenlerce “Proust’vari denemeler” olarak adlandırılan serbest hikâye türündedir.


Bu durum, yazarın öyküleme tekniğini anlayabilmek için elbette önemli ancak konumuz açısından asıl önemi onun yaşantı, izlenim ve düşünceleriyle hikâyelerinin içinde ne kadar yer bulduğudur. Bu noktada Engin Yılmaz, Sait Faik için “Yaşadığı gibi yazmış, yaşadığını yazmıştır” (2002: IV) diyerek doğru bir saptamada bulunur. Çünkü Sait Faik’in yaşadıklarıyla yazdıkları arasında büyük koşutluklar bulunmaktadır. Zaten onun hikâyelerine şiirsel birer anlatı özelliği kazandıran en mühim unsurun da bu koşutluk, yani dünyaya sevgi, merhamet ve insanlık duygularıyla bakan bir lirik ben’in kurmacada kendini göstermekten, varlığını duyurmaktan çekinmemesi olduğunu söyleyebiliriz.

Abasıyanık’ın Adapazarı hikâyelerinde hemşehrilik bilincini tespit ederken, yazarın eserde anlatıcı veya kahraman anlatıcı olarak Adapazarı’ndan bir hemşeri edasıyla ve belirgin bir aidiyet hissiyle, kısacası Adapazarlı bir kimlikle bahsettiği satırların büyük önem taşıdığını söylemeliyiz. Onun en çok “Bizim memleket”, “Bizim burada”, “Doğduğum şehir”, “Bizim kasaba”, “Kasabamız” vb. gibi sık kullandığı kalıplarla söz konusu aidiyeti diğer bir deyişle hemşehrilik bilincini vurgulamaktan çekinmediği görülür. Örneğin, Havada Bulut’ta yer alan “İkinci Mektup”ta Adapazarlı olmaktan, oranın güzel çocuklarından bir övünç vesilesi çıkartarak, gururla bahsettiği fark
edilir:

Sevgilim, bizim memleketin çocuklarının ne kadar güzel olduklarını bilir misin? Nasıl bilmeyeyim, deyip gülme; hepsi bana benzemezler. Belki ben bir istisnayım… Bilhassa memleketin çocuklarının gözlerinde tatlı bir saffet, bir merhamet, bir safiyet vardır ki, değme büyük şehirlerin çocuklarında bunlar yoktur” (2001: 223).

Sait Faik’in hikâyelerinden Adapazarı’nı ve Adapazarı insanını çok iyi tanıdığını çıkarsamak hiç de zor değildir. Şu cümleler yazarın “Bir Hastalık” hikâyesinden:

Doğduğum şehrin bazı köyleri kasabaya pek yakındır. Hemen bir tarla aşıldıktan sonra kocaman köye, yani bizim kasabaya girilir. Bu yakın köylerin insanları kasabalı ile temas etmeyi büyük bir şeref sayarlar. Hele mesela tahrirat kâtibi, nüfus memuru, belediye reisi, telgraf müdürüyle tanışmışlarsa iş tamamdır. Artık köylülükten kurtulmuşlardır. Hiç köyde oturmazlar. Vakitleri halleri biraz da iyice ise kasaba kahvelerine, bazı akşamları memurların kerahet vakti çöktükleri lokantalara düşerler. Buralarda bir de ortaokul Fransızca öğretmeni ile iki bardak bira içmişlerse köye döndükleri zaman Paris’ten bile söz açabilirler. Rahmet Hoca bu köylerin birindendi. Okur yazardı. Şiir söylerdi. Saz çalardı. Namaz kıldırır, aşır okurdu. Zeki, sevimli, canlı bir gençti bundan otuz yedi, otuz sekiz sene önce. Okumuş yazmış bir köylü gencinin harmanlardan sonra kasaba bu kadar yakınken köyde pineklemesini kimse doğru bulmaz. İnsanın babası bile. O da kasaba kahvelerine, kasaba çarşılarına gün ağarırken düşer, öğleüstü pideli kebap yer, öğle namazını Orta Cami’de kılar…” (2006: 174).

Bu ayrıntılı tasvirler onun Adapazarı’nı da Adapazarı’nın insanını da çok iyi tanıdığını gösterdiği gibi, anlatıcının ne kadar içeriden bir dille konuştuğunu da belgeler. Yazar, Adapazarı’nda olup bitenlere karşı duyarsız kalmayarak şehir insanıyla da hep bir ilişki içindedir. Onların yaşam tarzını, alışkanlıklarını ve konuşma biçimini neredeyse ezbere bilir. “Hikâye Peşinde” adlı hikâyesinde okur bunu rahatlıkla fark edecektir:


Adam:-Sen nereye gidiyorsun hemşerim? Dedi. Tut kelin perçeminden: -Ben mi? Sahi ben nereye gideceğim? Haydarpaşa’da gişelerin önünde bilet alanları, bekleme yerlerinde düşünenleri, istasyon lokantasında içenleri ve kalkacak bir treni görmeye gidiyorum desem mi? enayi miyim ben? Hiç der miyim? Hiçbir yerimi kaşımadan:- Adapazarı’na! Dedim. -Adabazarlı mısın? “p”yi “b” gibi söylemesinden bizim memleketin yabancısı olmadığını anladım. Gözümün önüne Çarksuyu, Erenler tepesi, Beşköprü’deki Hacı Bey’in köşkü, amcamın, balkonunda çingenebacak elmaları kabaran evi geldi. Adam:-Biz de, dedi, Adabazarı’nda ineceğiz. 11.50’de varırız Ada’ya.
Oradan ver elini Düzce (2006: 205).


Daha da çoğaltılabilecek bu gibi örneklerden anlaşılan şudur ki, Abasıyanık, Adapazarı’nı alelade bir yer gibi görmez, kendisini oraya ait hissettiğini bazen açıkça bazen de satır aralarından okura sezdirir. Bu sebeple, tam da Engin Yılmaz’ın söylediği gibi, “Konusu Sakarya olan hikâyelerinde yazarın benimseme ve sahiplenme duyguları zirveye çıkar” (49). Buna bir başka örnek, “Bekâr” hikâyesinde karşımıza çıkıyor: “Aynı gökler onu belki ta Paris’e, ötekileri İstanbul’a kadar götürdüğünü farz etsek, sanki Sakarya’nın suyu damarlarında kirli, bulanık, vahşi, iptidai ve haşindir. Ne kadar bira bardağı devirirse devirsin Sakarya’nın suyunu içinde muhafaza ediyor, birayı işeyip atıyor”
(Yılmaz, 2002: 29).

Bilinen önemli bir gerçek de şudur ki, Sait Faik’in “memleketim” diye andığı Adapazarı’na dair izlenimleri ve anıları yalnızca çocukluk ve gençlik yıllarını kapsamaz. O, İstanbul’da yaşamaya başladıktan sonra da sık sık Adapazarı’na gelmiş ve orada akrabalarıyla, dostlarıyla vakit geçirmiş, şehirde (o zamanki kasabada) ve köylerinde dolaşmaktan zevk almıştır. Bu gezintilerinden birinde dinlediklerini “Sakarya Balıkçısı” adıyla hikâyeleştiren yazar, kendini de kasabalı olarak tanımlarken toprağına olan ilgi ve sevgisini de şöyle vurgular:


Oklama, Cılpık, Hösgün… Sakarya balıkları, isimleriyle beraber yendikleri için lezzetlidir. Bu balıkların ince, gözle zor fark edilen kılçıkları vardır. İyi çiğnenirse mesele yok. Yutsan da ehemmiyeti yoktur a! Köylüler bu kılçığı hiç çıkarmadan yerler. O zaman da balık pek lezzetlidir. Galiba balıkların lezzetleri de bu kılçıklarında gizlidir. İnsana öyle gelir. Biz kasabalılarsa, çiğner durur, başparmağımızla şahadet parmağımızı dudaklarımıza doğru götürür, bir şeffaf, ince teli almaya çalışırız. Böyle olunca da balığın lezzeti kaybolur (2006: 83).

Bu hikâyede yazarın kişileri de bulundukları bölgenin ağzına göre yani Adapazarı aksanıyla konuşturduğu da dikkatten kaçmamaktadır. Bunda, memleketinin değişik bölgelerindeki köy kahvelerinde oturup insanlarla sohbet etmesinin, insanları gözlemlemesinin rolü yadsınamaz. Sait Faik’in hayatını biraz araştıranlar onun bir kahvehane müdavimi olduğunu bilir. Yazar, çocukken Adapazarı’nda, çarşı içinde dedesi Seyit Efendi’nin işlettiği kahvehaneye gitmeyi nasıl severse, İstanbul’a yerleştikten sonra da yine sık sık Adapazarı’na gelerek yolunu Tavuklar Köprüsü’ndeki Muhtar Ahmet’in kahvesine düşürür, burada vakit geçirmeyi severmiş (Sönmez, 2007: 30).


İstanbul’un kibar ve sosyete muhitlerini bir türlü sevemeyen, fırsat buldukça soluğu Burgazada’daki balıkçıların veyanköylülerin yanında alan Sait Faik Adapazarı’na geldiği zamanlarda ise çok daha rahat ve samimi arkadaşlıklar içinde bulur kendini. Bu sebeple, zaman zaman İstanbulluları küçümsemeye kadar vardırır işi. “Ve siz İstanbullu iseniz…” ya da “Siz, İstanbullular…” diye başlayan cümlelerle İstanbul’da yaşayanların Adapazarı’ndaki saflığı, insanlar arasında nispeten bozulmamış yaşantıyı ve samimiyeti anlayamayacaklarını söyler. Bu düşüncenin arkasında yatan önemli bir sebep de Sait Faik’in kirli, ikiyüzlü ve çıkara dayalı bir metropol yaşantısından hazzetmemesi yatmaktadır demek yanlış olmayacaktır. Sakarya’daki köy ve kasaba hayatı ise her şeye rağmen henüz bu denli bozulmamış, insan ilişkileri saflığını bütün bütüne yitirmemiştir. Bu yüzden Sait Faik, Adapazarı’na daha da çok bağlanır.


Sait Faik’in Adapazarı’na yönelik kuvvetli hemşehrilik bilincini açığa vuran son bir örnek daha sunmak gerekirse o da yazarın yıllarca hayalini kurduğu bir tiyatro oyunudur. Sait Faik, sadece yakın arkadaşlarından Sabahattin Kudret Aksal ve Sabahattin Batur’a anlattığı hatta birlikte yazmak için onları da teşvik ettiği oyunun konusunu ve mekânını
şöyle belirlemiştir:


Bir taşra kasabasında bir fabrika tıkır tıkır çalışmakta. Bu kasaba bir tren yolu üzerindedir ve karşılıklı trenler işlemektedir. Kasabanın halkı temiz giyimli ve güleç yüzlü insanlardır. Kasabanın ortalık yerinde hafif bir tepe vardır, tepenin üzerinde bir Atatürk heykeli, akşamüzerleri gençler bu heykelin önünde buluşup sohbet ederler. Mutluluklar kasabasındaki mutluluk parkında buluşanların birbirlerine aktardıkları dertleri bile dinlemek insanın yaşadığına şükretmesi için yeterli olacak (Sönmez, 2007: 149-150).


Anlaşılacağı gibi, yazarın sözünü ettiği yer Adapazarı’dır. Sait Faik, sürekli yazmayı hayal ettiği bu oyunun Adapazarı’nda, kendi deyişiyle tren yolu üzerindeki bir “mutluluklar kasabası”nda geçmesini arzu etmişse de buna ömrü vefa etmemiş, arkadaşları ise onun böyle Adapazarı’nı anlatan bir oyun yazma isteğinin gerçekleşmemesini daima üzülerek ve hayıflanarak hatırlamışlardır.

“Adalı” Sait Faik’in iki adasından biri Burgazadası ise diğeri daima ve kaçınılmaz olarak Adapazarı olmuştur.


Kısacası, Adapazarı, Sait Faik’in ömrü boyunca bağlılık duyduğu, güçlü bir hemşehrilik duygusuyla benimsediği ve hikâyelerinde de bu hislerini açığa vuracak şekilde söz ettiği memleketidir. Şurası kesindir ki, “Adalı” Sait Faik’in iki adasından biri Burgazadası ise diğeri daima ve kaçınılmaz olarak Adapazarı olmuştur.

Kaynakça:

KAYNAKÇA
Abasıyanık, Sait Faik (2001). Mahalle Kahvesi-Havada Bulut. Ankara: Bilgi Yayınevi.
Adapazarı Hikâyeleri (2006). Adapazarı Büyükşehir Belediyesi Adapazarı Kitaplığı. İstanbul:
Bayrak Matbaacılık.
A’dan Z’ye Sait Faik (2007). Haz. Sevengül Sönmez. İstanbul: YKY Yayınları.
Alangu, Tahir (1956). Sait Faik İçin. İstanbul: Yeditepe Yayınları.
Alptekin, Mahmut (1984). Bir Öykü Ustası Sait Faik. İstanbul:?
Fethi Naci (1998). Sait Faik’in Hikâyeciliği. İstanbul: Adam Yayınları.
Mert, Necati (2006). Adalı Sinağrit. Ankara: Hece Yayınları.
Miskioğlu, Ahmet (1991). Sait Faik. Yaşamı, kişiliği, sanatı, yapıtları, değerlendirmeler, şiirler. İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi.
Yılmaz, Engin (2002). Sait Faik’in Sakarya’sı. İstanbul: Değişim Yayınları.

*sakaryasempozyumu.org

Son Yazılar