Kayıpların, yıkımın verdiği gamla çocukluktan gelen neşe arasında sıkışıp kalmıştık.
Sarıyer barajı patlamış, Sakarya taşmış üstümüze geliyor! Kıyamet gibi bir depremden kurtulup çadırında sakinleşmeye çalışan bir şehrin sokaklarında, köy meydanlarında bu derin korku birden yayıldı. O acı haberi getirenlerin telaşı olayın doğruluğuna şüphe bırakmıyordu. Soğukkanlılığıyla tanıdığımız Hasan abi bile köy halkının doluştuğu damperli bir kamyonun kasasına atlarken sırtüstü yere düşmüş, tekrar ayağa kalkıp beni de alın diye bağırıyordu. Aynur abla tepelere çıkalım, bağlara gidelim, oraya su gelmez diye feveran ediyordu. Sadece iki dakika önce tatlı bir sekinet içinde dinlenen bu insanlardaki ani değişim karşısında korkuya kapılmamak mümkün değildi. Bir anda bütün köyün doluştuğu araçların tozu dumanı altında şaşkın, fena halde ürkmüş bakıyorduk. Biz ne yapacaktık? Ev sahipleri bile ortadan kaybolmuş, geriye bir tek biz kalmıştık. O anda bahçede yatsıyı kılan babama koştuk. Ne dedikse, ne kadar yalvardıksa namazı bozmaya yanaşmıyor, rükû ve secdede geçirdiği zamanla sanki ömrümüzden çalıyordu. Artık korkumuzun raddesi o noktaya gelmişti ki kalktığı kıyamda babamı gömleğinden tutup çekiştirmeye başladık: “Baba Sakarya taşmış, buraya geliyormuş, herkes kaçtı biz de gidelim ne olur.” Verdiği cevabın rahatlığıyla telaşımız daha da artmış, onu ittirerek arabaya sokmuştuk. Bir yandan sürüyor, bir yandan mümkün değil diyordu. Böyle bir şey olsa bile bu kadar kısa sürede su buraya ulaşamaz, o baraj nerede biz neredeyiz?
Süleyman Bey köyünden Adapazarı’nın merkez caddelerine geçtiğimizde bizim gibi panik halinde dörtlülerini yakmış arabalar da gördük, ağaçların altında serinlemeye çalışan insanlar da. Bu tablo karşısında durup bir büfeden bilgi aldığımızı, Sakarya nehrinin taşıp taşmadığını sorduğumuz büfecinin gülümseyen yüzünü hatırlıyorum. Hedefimiz Serdivan tepeleriydi. Bizim Stat’ın yanından geçerken ona şöyle göz ucuyla bakmış, açık bir hastaneye dönmüş sahanın ucundaki çimleri görmeye çalışmıştım. Her şeyin yarım kaldığından habersiz, yakınlarını kaybetmiş bir çocuk olsam da içimde hiç bitmeyen bir umut vardı. Binlerce ölünün enkazlarda uyuyakaldığı, toplu mezarların kireçlerle karıldığı günlerden geçiyorduk. Şehirde ağır bir koku vardı. Bazen yıkılmış binaların arasından yayan geçerken enkazın altındaki insanların yardım isteyişlerini, inlemelerini duyabiliyorduk. Yukarıda biz canını kurtaranlar hayata devam etmeye çalışırken onlar can çekişiyordu. Bu çocuk ruhuma o kadar ağır gelmişti ki depremden sonraki ilk gün bunun ağırlığı ve mahcubiyetliyle dolduğumu anımsıyorum. Sokaklarında top koşturduğumuz şehre sanki atom bombası atılmış, şehir tanınmaz hale gelmişti. Çark Caddesi, Yeni Cami, Bosna ve İzmit Caddeleri ve civarında bir ara sokağa girmişseniz yolunuzu kaybedebilirdiniz. Neyse ki ülkemizden ve dünyanın dört bir yanından gelen kurtarma ekipleriyle, yardımlarla biraz ümidimiz artmıştı. İsrailli askerlerin bize muz ikram etmesi daha dün gibi aklımda. Hemen yanlarında Kanadalı askerler prefabriklerini kurarken 4. Sınıf İngilizcemi onların üzerinde denemiş olmak beni hala gülümsetiyor mesela. Bir anda dünyamız değişmişti. Kayıpların, yıkımın verdiği gamla çocukluktan gelen neşe arasında sıkışıp kalmıştık.
Serdivan sapağına geldiğimizde Sakarya nehrinden kaçan insanların oluşturduğu trafiğin arasında yavaşlamıştık. Babam bu noktada işin ciddiyetine inanmış, dikiz aynasından su gelip gelmediğini kontrol etmeye başlamıştı. Babanın bir olaya inanmasıyla ailenin korkusu her zaman bir kat artar. Hızla yamaca tırmandık ve Karşıyaka Cami imamı Remzi dayımın ve Nuran yengemin müstakil lojmanının eteklerine sığındık. Buradaki yakınlarımıza Sakarya taşmış dediğimizde biraz şaşkın, biraz alaycı bakışlarla karşıladılar bizi. Sanki burada deprem olmamıştı, yıkılan bina yoktu. Toz yoktu, koku yoktu, kaygı aşağıdaki ovada biriken bir gaz kütlesi gibi orada kalmıştı. Bütün Adapazarı ayaklarımızın altındaydı. Uzaktan yıkılan şehri seyrediyorduk. Ağustos gecesinin serin çiyini tenimizde duymaya başlamış, üşümüştük. Bu bile bir kurtuluştu bizim için. Şu karşıda dutluk vardı, üstümüzde gökyüzü başlıyordu. Allah yıktığı şehrin yedeğini bize gösteriyordu. Az sonra emniyet güçlerinin bizi duygulandıran ışığı ve anonsu geldi: ‘’Bazı hırsız şebekelerinin sizi korkutmak ve evlerinizi terk etmenizi sağlamak için yalan haberler yaydığı tespit edilmiştir. Türk polisi bu kansızların peşinde, evleriniz ve mülkünüz bizim korumamız altındadır.”
Öyle büyük bir deprem atlatmıştık ki canımıza dair en ufak bir kötü ihtimal karşısında tetikte, kaçmaya hazırdık. Akıl yavaşlamış, hayatta kalma güdüsü ağır basmıştı. Adapazarlılar için bunu dengelemek epey zaman aldı. Sakaryaspor ligden çekilmiş, okullar kapanmış, mahalle arkadaşlıkları kaybolmuştu. Mezarlıklar insanların sevdikleriyle buluştuğu mekanlara dönüşmüştü. Kaç yıl boyunca şehir sakinleri yazın toz kışın çamur içindeki yollardan işine gitti geldi. Fay damarlarının asfaltı kabarttığı yerler bisikletliler ve kaykaycılar tarafından doğal rampa olarak kullanılıyordu. Her şey olumsuza dönmüştü ama bu şehirde yaşayanların cevabı arabalarının arkasına astıkları yazıda saklıydı: Adapazarı’nı seviyoruz ve Adapazarı’nı terk etmiyoruz!
Kadir Korkut