Sait Faik Abasıyanık Anısına…
Maçlardan sonra hep bu çınarın altından geçerdim. Nöbet tutan askerlerin ciddiliği karşısında utanç duyar, hemen karşısındaki Nergis ablanın iğne oyalarını görünce biraz gevşerdim. Bu iki anın karşı karşıya yıllarca devam eden tuhaf bir gerginlik taşıdığını yeni fark ettim. Sahi hep niye buradan geçiyordum? Ağaçlar yapraklıysa daha yavaş geçiyordum. Onların loş, ağır gölgeleri bendeki aceleceliği, evhamı yavaşlatır, yarın başıma gelecek herhangi bir olaya beni hazırlardı. Yoksa ne buldum ki bu ağaçlarda? Adapazarı’nda sadece ağaçlar varmış da, şehrin sakinleri onlarmış, insanlar tek tük sokak başlarından kafalarını çıkartan alelacayip varlıklarmış gibi hep onları kolladım. Rahat rahat salınan, kendinden bu kadar emin bu dallarda beni kendine çeken şey neydi? Onların bir yüzyıl önce dikildiğini düşünerek, şahit olduğu anları, kalabalıkları, mitingleri, depremleri ağır ve içli gövdelerinde nasıl sessizce biriktirdiğini hayal ederek kendime pay mı çıkarıyordum? Ben de bu âlemin, bu şehrin bir parçasıyım, beni de bu gölgeleyen ağaçlar mı ispat ediyordu? Böylece sokağa çıkmak mümkün, sahnem hazırdı: Hışırtıların arasında, kitapları, yarım bırakılmış şiirleri ile dolaşan, mütebessim, dargın bir hayalperest! Nice yollar yürümüştüm, nice kırlar tepip oyuklarda dinlenmiştim, yine gelip döndüğüm yer bu şehir olmuştu. İnsan mezarlarını bırakamıyor. Yakınıyor muyum bundan? İnsan bulutundan şikâyet eder mi?
O gün mesai erken bitmişti. Müdürden izin alıp çıktım. Her işin bitişinde duyulan o sorumsuz boşluk yakama çoktan yapışmıştı. Nereye gideceğimi, ne yapacağımı bilmiyordum. Çark boyu biraz yürüsem belki unuturdum. Neyi unutacağımı bilmeden sadece yürümek, kendi varlığına mendil uzatmak, öyleymiş, insan en çok kendine merhamet etmeliymiş. Ömrün boyunca o kafayı bir gövde üzerinde taşımak kolay iş değil. Depremden kalan tek tük arsalarda otlar yere yatmış, oh bu boşluk duygusu! Şehri kesen zelzele! Bize ne nimetler bıraktın böyle. Bu şehirde en çok sevdiğim şey kuzeyden gelen rüzgâr oldu. Şöyle biraz ufalandım, iyi geldi. Çark’ta birikmiş yosunlara bakarak kendimi göl kıyısında düşledim. Balıkçı malzemesi satan dükkânların yanından geçmek bile yeterdi bu iş için. Bütün meslek erbabı, emekçiler, o esnaf bana o kadar yakındı ki, sanki işim oradaymış da ben bununla bir türlü yüzleşmiyormuşum, bu kitaplar, bu çanta bende eğreti duruyormuş gibi geliyordu.
Bankta oturmuş bir şeyler yazacaktım, elim varmadı. Yaşanılan hayata yeni bir hayat ilave etmek için yazmak her zaman çare olmuyordu. Uzakta yürüyenleri seyrettim, yoldan geçen arabaları saydım. Küçükken bloklarda dayı oğluyla camdan bakar, çevre yolundan geçen arabaları sayardık. Hangimizin tuttuğu taraftan daha çok araba geçerse o kazanırdı. Ne büyük saadet! Şimdi ikiden fazlasına dayanamıyorum. Aldanmak gittikçe ne kadar zor. İnsan durduğu yerde ana ve mekâna sığmıyorsa yürümeye başlıyordu. Her adımda harita biraz daha genişliyor, evren sanki esniyordu. Kalktım. Stada doğru yöneldim. Yolu tek şeride düşüren turuncu dubalardan sonra ekipleri gördüm. Ana yolda öylesine büyük bir kalabalık vardı ki arabalar insanların arasında kaybolmuştu. Herkes yeşil giyinmiş, dumanlar içinde bir uğultu yükseliyordu.
Stat bütün taraftarı sokaklara salmış, yığınla, akın akın caddeye yüklenmeye başlamışlardı. Onlara yaklaşınca bende tuhaf bir umudun başladığını hissettim. Kasvetim azalmıştı. Yürüyüşüm hızlandı. Kalabalığa karıştım. Coşku o kadar yüksekti ki onları taklit etmeye başladım. Bestelere eşlik ettim, atkılar, meşaleler, trafik tamamen durmuştu. Arabaları sallıyorduk; şoförler kızmak bir yana, korna çalarak bu sevince ortak olmuştu. Ne maçı bu? Yanımdaki de bilmiyordu. Bunca insanın sırf kendisini unutmak için bir kalabalık oluşturduğunu düşündüm. Bu kalabalığın rehaveti beni gamsız yapmıştı. O can çekişen ruh, sadece birkaç dakika içinde elma şekeri yiyen bir çocuğa dönüşmüştü. Tümen kavşağında onlardan ayrıldım. Şeker’e döndüm. Neşem hala sürüyordu, dilimdeki türküden olsa gerek karşıdan gelen amca maçın kaç kaç bittiğini sordu. 3-0 Sakarya mağlup. Yüzü düştü. Arkasından bakıp güldüm.
Şeker’in mahalle düzeni başlayınca çocuksu neşem, olgun bir huzura kavuştu. Sokaklara pancar kokusu sinmiş, bahçeli evlerin arasından geçerken insan kendini köyde hissediyordu. Yoğun asfaltın üstünde ova henüz bitmemişti. Burada benim üç kız kardeş gibi sevdiğim Sefa, Nadir ve Pancar sokaklar başlıyordu. Bu semtte Çerkezler mi oturuyordu, Heybeliada sakinleri mi? Fabrikanın eteğinde, devasa çınarların, kayınların hemen arka sokağında, kendi bağımsızlığını ilan etmiş başka bir millet yaşıyordu. Hepten gevşedim; okuyacaklarım, yazacaklarım o kadar önemsiz, o kadar müsvedde haline dönmüştü ki, sırtımdaki çanta ağır gelmeye başladı. Bahçelere baka baka eve yollandım.
Merdivenleri ikişer üçer çıkarken caddedeki tezahürat sesleri havalandırma boşluğundan içeri sızıyordu. Müzik, insanı apartman karanlığında bile yüceltiyordu. Zile bastığım anda faturalar aklıma geldi. Babamın sıkı tembihlerine rağmen yine unutmuştum. Bana bir şey demedi ama içi konuşuyordu. Bundan doğan hakla yarına dair yeni işler rica etti. Hepsi de şehir merkezinde, sıkışık katların arasındaki zaruri görevlerdi. Bu değişen duruma rağmen içimdeki sevgiyi uyutmamaya, onu diri tutmaya kararlıydım. İnşallah dedim. Beni kesintiye uğratacak her şeye razıydım. Ruhum yerine gelmişti. Kafama koymuştum. Yarın köyleri gezecektim. Rüstemler’den Ormanköy yoluna çıkıp evreni seyredecektim.
Kadir Korkut