–
Ajax’ın Şairleri
Hollanda’da Amsterdam diye bir şehir varmış, bisikletlerle Şampiyonlar Ligi’ni kaldırmışlar. Kendi çimleri yetermiş onlara futbol oynamak için. Biraz kireç, uzun tozluklar, yandan üç çizgi: o güzelim kramponlar. Adımlar ahenk içinde, kırmızı-beyaz asil bir poz. Kulüplerin içinde Ajax, milliler arasında turuncular, işte sahada.
Johan Cruyff, Van Basten, Jari Litmanen, Aykut Yiğit ve nice ince bilekli golcüyü ben hep edebiyatçı düşünmüşümdür. Onları Sait Faik’ten ayıracak ne var? Onların attığı goller sonuç almak için değil keyif almak için. Sonucu almak isteyen, sert basanlar ortasahanın dinamosu düzyazıcılardır. Durmadan çalışırlar, enine koştururlar, pas yapar, omuz yıkarlar. Bunlar hep hedefe varmak için, karşıdakini mağlup etmek içindir. Oysa bir şair golcü, ayakiçini yumuşatmak için sahaya çıkar.
Ajax’ın adamlarınının total futbol diye tabir edilen ve sadece sahada icra edilen bir edebiyat türünü tüm dünyaya ilan ettiği günler ben dünyada yoktum. Cruyff yudumlarken sahayı, Gulit saçlarını örerken, plaselerini baraj arkasına bırakmış Koeman. Bu güzel adamların kâh geç dönemlerine, kâh arşiv görüntülerine aldanarak onları sevdim. Bilincimin parlak bir anına denk gelse idi ne olurdu bilmiyorum. Çünkü o zamanlar ufaktım, sanatla tanışmamıştım, ruhum cismimi aşmamıştı. Onları bana sevdiren acaba neydi? Türkiye’de futbolu takip eden bir çocuk neden dönemin en şaşaalı ve zengin kulüpleri Real Madrid, Barcelona, Manchester United ve Juventus yerine daha kendi halinde ama onlara da meydan okuyabilecek bir takımı sever? O kırmızı-beyaz forma neden bütün yeryüzündeki formalardan daha ağırdır, o küçük gözlere? Öyle sanıyorum ki bir cismin ihlâsla oluşturulmuş niyeti onu diğer abartılı cisimlerden daha alımlı kılar. Buna şimdilerde altın oran mı diyorlar? Güzelliğin rakamlara sabitlenme cüreti.
Total futbol, sabırla, tutkuyla topu sevme, onu ebediyete kadar takım arkadaşları arasında dolaştırma inceliğidir. Total futbolda bir oyuncu saha içinde hemen her köşede görev yapabilmeli. Golcü sadece golcü değildir, stoper olabilmelidir, sağ kanat, solda da aynı hızla koşabilmelidir. Yani, yoğun empati becerisi. Tıpkı bir sanatçı gibi. Tıpkı bir şairin aynı zamanda iyi bir fikir adamı, sahici bir düzyazı ustası olması gerekliliği gibi. Şiirin bir yere varmaktan ziyade, kendi özüne dönme hevesi, onu yürümek yerine dansa yaklaştırır. Anın fizikten kurtulması, rasyonel algının bozulması ve hakikatin kamaşması. Görünmez olanların şairin ‘’iç ekranını süslemesi.’’ Burada bir sonuca varmak yerine oluşun tüm zerrelerinin tadına bakmak daha ağır basar. Bir ayin, bir şölen, kendinden geçme ile dikine giden bütün süreçlerin kesilmesi ve bütün ağırlığın sadece bir atomun etrafındaki halkaya dâhil olması. Total futboldaki sürekli top alışverişleri, boşa kaçmalar, yumuşak ayakiçleri, topun halıları ütüler gibi pürüzsüz iletilmesi futbolun da ‘hakkıyla oynanması şartıyla’ manevi bir uyanış sağlayabileceğini gösterir.
Bu birike birike, keyfin yığılarak oynanan futbol türü ortaya çıktığı günler dünyada bu oyun salt sonuç almak için düzenlenen ataklardan oluşuyordu. Bu oyunun güzelliği, estetik bir üretim sahasına da sahip olabileceği gerçeği ön plana konulmuyordu. Dahası, total futbol sahipleri yetiştirmeyi, az olanı çoğa dönüştürmeyi satın almaktan evla görüyorlardı. Ne umuttur ki bu çizgi Ajax ve onun gibi planlanmış kulüpler için halen geçerli.
Bu kadar büyük stadyumların, kalabalık taraftarların, giyilen çeşit çeşit kıyafetlerin hepsinin ‘’birleştirici büyüye’’ hizmet ettiği bir gerçek. Napoli tribünlerinin derin uğultusunda Haşim’in yabaniliği, şiirin sözden ziyade müziğe yakınlığı, onun bir ibadet hali gibi varmasa da bütün varmaklardan daha ulvi oluşu yok mu? Futbol da sözden ziyade müziğe mi yakın acaba? Öyle ya, Sakarya Atatürk’te aynı anda on binlerce insanın hunharca zıplaması ve boğazını şarkılarda yırtması o halin kendi gerçekliği dışında bir başka gerçekliği barındırdığını gösteriyor. Bu insanlar ne yapıyor? Futbol gerçekten ne demek? Tekil benliklerin sokakta aheste yürürken tribünlerde büyük bir kolektif oluşturması sadece meşin bir yuvarlağın nereye vardığıyla alakalı olmamalı. Futbol tam da bu noktada edebiyatla, sanatla, maneviyatla ilişkilendirilebilir bir açılıma ihtiyaç duyuyor.
İnsanoğlunun belki de başlangıçtan beri taşıdığı soyutlama ve tören yapma güdüsü onu günlük akışın, andaki sıkıcı sorumlulukların kuşatmasından da kurtarıyor. Bilet kuyruğuna girmiş bir baba oğulun gerçekten sıra beklediğini kim söyleyebilir? Aynı insanların bankada beklerken hissettikleri ile ucunda uğultusu dışarı taşan bir stadyum, kokusunu yaymış çimler ve çekirdek rehavetinin olduğu bir sırada duyumsadıkları arasında büyük farklar var. İkincisinde zaman tamamen devre dışı. Burada zamanın kabuğunu kırarak onun dışına akan ruhlardan bahsediyoruz. Sobanın üstüne güğümü koyduğunuzda, közdeki Türk kahvesinin kokusunu aldığınızda yapılacak iş ve işlemler eski önemini kaybeder. İnsanın kendi varlığı, mekânda kapladığı alan artık her şeyden daha önemlidir. Bu duygu küçük adımlarla elde edilebileceği gibi büyük stadyumlarda, özellikle yaşamınızı temsil ettiğine inandığınız şehir takımları ve milli takımları izlerken, onlara destek olurken de elde edilebilir. Böyle anlarda futbol artık bir oyun olmaktan çıkmış, bir benlik gücüne kavuşmuştur. Türkiye ile Yunanistan arasında oynanan futbol maçlarının bu halklar için neler ifade ettiğini bilmem söylemeye gerek var mı.
Platon’un mağarasında hayatın gölgesini gören insanlar belki de öyle kalmalıydı. Gerçek hayat; iliklerin memnuniyeti, zamanın durdurulması ve köleleştirilmiş emeğin boşa çıkarılmasıyla mümkündür. Tam da bu noktada sanat ve spor insana normal sandığı günün aslında daha farklı yaşanabileceğini hissettiren, ona yeni duyuşlar, yeni imkânlar sunan reaksiyonlar olarak ortaya çıkar. Kasların ve ruhun kör noktasına ancak onlarla varılabilir. Bu satırların yazarı bir ucunda sanatın geçmeyen derinliğine, sporun bitmeyen yenilebilirliğine inanmasaydı onun meseleleri buradan tutmaya mecali kalmazdı. Hayatta değiştirecek bir şey bulamazdı. Her şey olağandı. Her şey yolundaydı. O halde ne gerek vardı?
Hayatın imgesi nasıl ki edebiyat yoluyla bize karışıyor, futbol ile de mücadelenin imgesi içimizde deneyimleniyor. Onun topluma yaşattığı simülasyonlar sayesinde belki daha yüksek enerji ile çözüm aranacak meseleler daha aklıselim bir kavrayışla ele alınıyor. Futbolu, tribünleri ele alırken onu bir oyun, hatta çıkış güzelliğini kaybetmiş, plazalaşmış bir oyun olarak değil de emek vermenin, kolektif aklın ve dayanışmanın bir nişanesi olarak düşünmek bu sporun durması gerektiği yerin sınırlarını daha iyi tayin etmek olacaktır. O zaman çocukluktaki güzel formalar, futbola ayrılmış arsalar, mahalle olunduğunda kurulabilecek takımlar adına tekrar umutlanabiliriz. O zaman yine ince bilekli golcüleri şairlerle birlikte anabiliriz.
Kadir Korkut