–
Turgenyev’in Babalar ve Oğullar romanındaki jenerasyon çekişmesi meşhurdur. Hatta jenerasyon gerilimini de aşan bir bilinçaltı hesaplaşma vardır burada, “Babalar ve Oğullar”ı arasında. Zaman geçtikçe yaşam değişir ve yaş almış olanın şartlarını yeni yetişenin gençliği tekrar ele alır. Bu iki zaman dilimi arasındaki fark bazı çizikler, kırılmalar ve hatta yarıklar meydana getirir. 19. yüzyılın sonunda Rusya’daki sınıfsal toplumu ve bütün olumlu kültürü hedef alan bu nihilist yapıtla kendi toplumumuzu açıklamaya çalışmak safdillik olur kuşkusuz. Bizde de geçiş tarazlanmaları çağın hızıyla beraber arttı fakat yine de dünyada kendi geleneğini yaşatmayan toplumlara göre son yüzyılı baz aldığımızda daha yumuşak bir Baba-Oğul tanımlaması yapmak durumundayız. İslam’ın “öf bile deme” kırmızı çizgisi, Ahilik’ten gelen usta-çırak ilişkisi ve esnaf terbiyesi, sosyal cemiyetçiliğin daha kuvvetli olması bizdeki kuşak yarılmalarını yumuşattı ve erteledi. Şu anda dijital bir alanda yaşadığımız için bütün bu filtreler tozlandı ve neredeyse tıkandı.
Biz de 90’lar’ın sonunda bir çocuk olarak sokağa ve hayata başladığımız zaman yukarıda bahsedilen o “büyüklerin gölgesiyle” dolaşıyorduk. Sokağa çıkmamız nasıl akşam ezanıyla sınırlandırılıyorsa; tercihlerimiz, giyim kuşamımız, arkadaş çevremiz de denetim altındaydı. Bu yakın gözetimin darlayıcı ve kapatıcı bir tarafı olduğu gibi üst nesilden gelen doğru değerlerin, toplumun lehine olan davranış özelliklerinin yeni kafalarda neşvü nema bulmasına yarayan olumlu bir yönü de vardı. Namaz kılmak, Kur’an okumak, Türk milletine ait ortak çizgiye sahip çıkmak kadar şehrine, semtine, mahallene ve orada gelişen olaylara alakadar olmak da ulvi bulunurdu o zamanlar. Bu kuşkusuz Turgenyev’in ana karakteri Bazarov’un yıkmaya çalıştığı ve boşa çıkarmak için uğraştığı toplumsal tablonun tam zıttı bir konumdu.
Türkiye’de yukarıdaki ebeveyn, öğretmen, ata ve Peygamberin sözleri aşağıda yetişen için bir baş tacı, kalbi parlatan bir merhem olduğundan henüz saflığını koruyan yavru için gidilecek yolu da tarif ediyordu. Kuşkusuz bu rehberlik salt maneviyat, ideolojik bir alan, eğitim ve kültür- sanat gibi birincil alanlara has değildi. Sporda da “doğru desteklenecek” takımlar vardı. Mahalle takımın ne kadar ulvi ise içinde yaşadığın şehir takımı da o kadar kutsaldı. Hatta ve hatta doğduğun ilçe farkı da, tutumunda belirleyici olabiliyordu.
Hiç unutmuyorum, bir sabah sofrasında annemle baş başa kahvaltı yaparken, televizyondan gelen Fenerbahçe-Galatasaray gürültüsü altında anneme “Sen hangi takımlısın diye sordum?” Annem de yıllarca bu soruyu beklermiş gibi bir çırpıda, “Ben Hendeksporluyum” deyiverdi. Şaşkınlıktan büyümüş gözlerimi daha da doyurmak için “Ben Hendekliyim ya, ondan” diye ekledi. Bu herhalde üst nesilden bana nakşedilmiş ilk “yerlilik” tohumuydu. O gün bugündür hem mavi-siyahlılar hem bütün branşlardaki Sakarya takımları radarımın altında, sevgi çemberiyle kuşatılmıştır. Bunun sadece bir eğlence, bir boş zaman aracı olduğunu sanmıyorum.
Şahsi verdiğim anne örneğine rağmen babaların futbol konusunda çocuklarına önderliği daha ziyadedir kuşkusuz. Türkiye’de 60’lı yıllarda çıkarılan kanunla yaygınlaşan şehir takımları ve yeni kurulan 2. Lig, Anadolu halkında futbol sevgisini kendi şehriyle bütünleştirme konusunda bir milattı. Sakaryaspor’un da bu lige dahil olmasıyla, şehrin babaları ve oğullarına bir fırsat doğdu. O zamanlar kale arkaları olmayan Bizim Stat’ta maçlar izlenir, hemen yanındaki Çark Deresi’nde galibiyet keyfi yapılırdı. Adapazarlıların takımının profesyonel liglere hızlı başlaması seyirci ve taraftar kültürünün yeşermesine de yol açmıştı. Sakarya daha 70’lerden bu yana ‘paket stat’ tarifiyle anılırdı. Bu da tribünde daha çok baba ve daha çok çocuk demekti. Anneler maç sonu babaların suratına bakar ve ondaki kararma, kızarma durumuna göre maç sonucunu tahmine çalışırdı. Olumsuz bir durum varsa, yapılacak ilave masraflar o gün açıklanmazdı. Şehrin futbol kaderinin, ailenin günlük tasasına müdahale ettiği anlar kaçınılmazdı.
Bu yerlilik mevzuunu ele alırken aileden öğrenilen şehri sevme tutumunun yanında, özellikle mahalle kültürü ve sokak futbolu kavramlarına da yer açmak gerektiğine inanıyorum. Adapazarı’nda 90’ların sonu ve 2000’lerin başı, istisnaları dışarıda bırakmak kaydıyla, kendi evinin önünde oyun kuran çocukların son durağıydı. Orada futbolun ve Sakaryaspor’un biz çocukların başını nasıl döndürdüğünü unutmak mümkün değil. Herkesin hayali bir gün yeşil siyahlı formayla o taraftarın önüne çıkmak ve attığın ilk golden sonra Bizim Stat’taki şimşirlerin üstünden tellere atlayıp Maraton’u karıştırmaktı. Bu kültür sıkı sıkıya takip edilir ve bir üstünlük duygusuyla İstanbul takımlarına karşı kullanılırdı. Bu şekilde kendi sokağından hayata bakmak kendine ait olanı kollamayı, onun yükselmesi için çabalamayı beraberinde getiriyordu. Bu da evde başlayan şehirle ilgilenme terbiyesinin sokakta pekişmesi demekti.
Günümüzde de durum değişmiş değil, Sakaryaspor’un şehri üst nesilden aşağıya doğru bu sevgiyi yaşatmaya devam ediyor. Maç günlerinde babaların omuzlarında küçük çocuklar, amca yeğenler, emzikli bebeğini kapıp maça koşan anneler bir festival alanı oluşturuyor. Hamuş 1 ’la biz de maç günü gelmeden çok daha önce heyecanlanmaya başlıyoruz. Bestelere çalışıyoruz. O, kartonlara Sakaryaspor’u destekleyen sözler yazıyor, Türkçesini geliştiriyor. Stadyumda o kadar uyarıcı, o kadar kültür unsuru ve adab-ı muaşereti uygulatan öyle anlar oluyor ki bir çocuğun belli aralıklarla sırf kalabalık eğitimi almak için stadyuma götürülmesi gerektiğine inanmaya başladım. Kuşkusuz Bazarov’un yıkıcı öfkesiyle toplumu alt üst etmek ve bir hiçliğe varmak istediği Babalar ve Oğullar’ın atmosferi, özellikle maç günlerinde bize kendimizi unutturan ılık rüzgârın karşısında çaresiz kalıyor. Bugünlerin Babalar’ı ve Oğullar’ı esrarengiz bir uyum taşıyor. Ocakların, maneviyatın ve bir olmanın sağladığı tatlı kültür, bizi yoklukla korkutan isyancı öfkeye galip geliyor.
Kadir Korkut